1 ;

231 31 3
                                    

"Tanrım, senin neyin var!?" dedim çoktan kılıcımı boynuna değdirmiş olduğum Namjoon'a. Her zamanki gibi, boş saatlerimizde diğer hwaranglar oturup dinlenirken biz kılıç antrenmanı yapıyorduk ama bugün onda garip bir şeyler vardı. Aklının başka bir şeyde olduğu açıktı. Çalışmanın başından beri dikkati sürekli dağılıyor ve yanlış hamleler yapıyordu.

"Ben.. İyiyim. Sadece aklım görevde. Bunu başarmamız bir mucize olacak." dedi sonunda omuzları çökerken. Elindeki kılıcı yere savurdu ve kendini toprak zemine bıraktı. "Bana kalırsa bunu bilerek yapıyorlar. Öleceğimizi bile bile gönderiyorlar bizi."

"Elbette biliyorlar" dedim ben de kendimi onun yanına atarken. "Bir gram bile inançları yok geriye sağ salim döneceğimize." Omzu silkip bakışlarımı rüzgarda bir o yana bir bu yana nazikçe sallanan ağaçlarda dolaştırdım. "Yine de görev, görevdir."

İkimiz de sessizlik içinde öylece oturup etrafı izliyorduk. Burada geçirdiğimiz son günler denebilirdi. Bütün krallık biliyordu ki, barış için bize savaş açmaya hazırlanan Baekje'ye gönderilen 6 hwarang ve Silla Prensesi, baekje sınırlarına girer girmez savaş yemi olup cesetleriyle dönecekti.

Bugüne kadar çok –neredeyse hiç- arkadaşı olmamış bir insan olsam bile buradaki benim dışımda bulunan 39 hwarang'a oldukça alışmıştım. Bunların yanında bir de baş belalarım vardı. İçten içe hepsinde beni eğlendiren ve kendilerine istemeyerek de olsa daha çok bağlanmama sebep olan huylara sahiptiler.

Taehyung'un bizim gibi kırmızı bölümden olmamasına rağmen her gece gizlice odamıza girip Hoseok'la yatıyor olmasına, Jeongguk'un her daim eğlenmeye müsait ama görev esnasında büründüğü ciddiyetle beni şoka sokan kişiliği, Seokjin Hyung'un durup durup asaleti ve güzelliğiyle övünmesine, Namjoon'un plan kurmakta ve hwarangları örgütlemede kesinlikle dahi olduğunu düşündüğüm zekasına, Hoseok'un insanın en mutsuz olduğu anlarda bile gülümsetebilen enerjisine hiç fark etmeden kapılmıştım.

Eğer küçük yaşımda ailemi kaybetmemiş olsaydım, bir daha en sevdiklerimin beni terk etmeyeceğine inancım olsaydı, onlarla hayatımın en güzel günlerini geçirebilirdim.

Şimdiyse, bu beşliyle ölüme gidiyorduk. Baş Eğitmen Si Hyuk, son ana kadar bir değişiklil olmadığı sürece, barış kadrosunun bizden oluştuğunu söylemişti.

Gözlerim bu kez en köşedeki ağacın dibinde oturmuş elindeki kağıda bir şeyler karalayan Jimin'e kaydı. O'nun aramızda olmamasına içten içe büyük bir sevinç duyuyor, diğer yandan da elini tutamadan, gözlerine son bir kez bakamadan ölmüş olacağım ihtimali en keskin kılıç yaralarımdan bile daha çok canımı acıtıyordu. Evet, Jimin...

Kimse onun nerden geldiğini bilmiyordu. Ama uzun sarı saçları, kısık bal rengi gözleri, yüzünden hiç düşmeyen buruk gülümsemesi; hwarang kabul töreninde o ortaya çıktığı an tüm krallığın zihnindeki yerini almıştı. Güzelliği insanın aklını başından alıyor, naif sesi kulaklarının ömür boyu başka bir ses duymayı reddetmesine neden oluyordu. Aynı zamanda gördüğüm en usta okçuydu.

Ok demişken, onunla tanışmamız biraz garipti.

FLAŞBEK START

{3 ay önce...}

Dedemin emri üzerine Hwarang'a katılmıştım. Benden bunu neden istediğini bilmiyordum, zaten dedemin benden bu zamana kadar istediği hiçbir şeyi sorgulamamıştım. Yemin töreninden sonra odalarımıza yerleşmiş, yemek yemiştik. Herkes birbiriyle sohbet ederken ben yavaşça aralarından sıyrılmış, kendimi ok arenasına atmıştım.

Hedeflerde gezdirdim gözlerimi. Elime kenardan bir yay ve bir sepet ok aldım. Sepeti omzuma asıp içindeki tüylü oklardan birini çekip yaya yerleştirdim. Okun ucunu hedef tahtasının ortasına hedef aldığımda sakin bir nefes verip oku iyice kendime çektim. Tam odaklanmayı başarmış, oku bırakacaktım ki önüme bir beden geçti.

crown of hwarangHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin