yataklarımızın içinde kucağımızda bilgisayarla oturmuş açlıktan kıvranıyorduk ama ikimiz de kalkıp yemek için bi şeyler yapalım diye uğraşmıyoduk. Aslında evde de yemek yapacak pek bi şey yoktu. Dışarda kar yağıyodu ve bu kadar yukarıya motorsikletle servis yapılamazdı. yani eve bi şeyler sipariş edemiyorduk ve el mecbur bu havada dışarı çıkıp o uzuun bayırı inip karnımızı doyuracaktık. yapacak bi şey yok diyip hazırlanıp yola çıktık.
her ne kadar soğuğu sevmesem de karlı havaları severim. twitterda karın ses dalgalarını absorbe ettiğini ve bu yüzden kar yağarken etrafa huzurun hakim olduğunu okumuştum ve "vay anasını. gerçekten de öyle ha!" diye bu bilimsel bilgiyi kendi basit beynimle onaylamıştım. tabi karı bana tekrar sevdiren bu huzurun soğuk havaya bi etkisi yoktu ve yürürken tir tir titriyordum. mert ise üzerindeki eşyalar yüzünden doğru dürüst hareket edememesini saymazsak gayet rahat gibiydi. yılın ilk karıydı ve mert eskimoların bile kıskanacağı hatta belki de -30 derece havaya bile dayanabileceği bi eşya yığınıyla yanımda yürüyordu. bu günü beklediği kesindi gardrop mert'in. boynundaki 2 metre uzunluğunda yarım metre genişliğindeki kız arkadaşının ördüğü atkısı sayesinde kafasının üzerine düşse bile boynu incinmeden kalkıp yürümeye devam edebilirdi.
daha 2 gün önce günlük güneşlik olan hava şimdi yerini 20 santim kara bırakmıştı. ben de kendi evimden günlük güneşlik havada çıktığım için ayağımda bot yoktu ve 20 santimlik karda yazlık ayakkabılarımla hırş hırş diye sesler çıkararak yürüyordum. mert yanımda hayatından memnun arada koluma girip "kanka kayalım mı? bak şimdi nabıcam bak iyi izle!" diyip fııyyyş diye eğimli yoldan kayarak ilerlemeye çalışıyorduk. yoldan geçerken üzerimize su sıçratan arabalara zaten kar sesi emiyo diyip bağıra çağıra sövüyoduk, sonra da duydular mı acaba diye aceleyle arkamızı kontrol edip hızlanıyorduk. sonunda uzun bayır bitmişti ve bi şeyler yemelik mekanların olduğu yere gelmiştik.
dünyanın bütün dertlerini boşverin. hatta o çık çık bitmeyen veya inerken bile yorulduğumuz bayırı da geçelim. en büyük sıkıntı şu: "ne yapalım?", "ne yiyelim?", "nereye gitmek istersiniz?", "hangi filme giriyoruz?" gibi karar verilmesi gereken bi şey yapılacağında "farketmez" cevabını almak veya vermek çok büyük sıkıntı. sırf bu yüzden adam bile dövecektik ama herkes "farketmez abi dövelim birimiz" dediği için kimin döveceğine karar verene kadar çok vakit kaybettik ve adam kaçmaya çalıştı. Biz de yakalayıp adama kendini tokatlattırdık. neyse mert ne yiyelim dedi. ben de gayet umursamaz şekilde "farketmez" dedim. açtım çünkü ne olsa yerdim. sen ne istiyosun dedim. "farketmez abi yiyelim bi şeyler" dedi. "e hadi o zaman gidip pilav yiyelim" dedim.
pilavcıya girip duvar kenarı bi masaya oturduk ve 1er porsiyon pilav söyledik. pilavları beklerken duvara post-it kağıtlarıyla yapıştırılan ve müşterilerin bildiğimiz beyaz pirinçten yapılan pilava olan aşkını anlatan nükteleri okuyorduk. sonunda siparişimiz geldi. "yemeeaak" diyip tabaklara saldırdık. plastik tabaktaki pilavı plastik kaşıklarla gömerken bi yandan mertle bu plastiklerin çok mantıklı olduğunu konuşup bi yandan da porsiyon fiyatlarını kesiyorduk. pahalıydı ve yeni bi tabak almamaya karar verip pilavımızı kaşıklamaya devam ettik. tabaklarımız bittiğinde orada tek başına çalışan eleman pilavı beğenip beğenmediğimizi sordu biz de gayet güzeldi diyip gülümsedik. pilavdı lan işte. plastik tabakta bir porsiyon pilav! ne kadar güzel olabilir ki? diyemeden hesabı ödemeye geçtik. çıkmak için kapıya yönelince adam "e artık sık sık gelirsiniz o zaman" dedi. yüzündeki gülümseme kocamandı ve adeta az önce önüme koyulan pilavı andırıyordu. plastik gibi tek kullanımlık ve pilav gibi yağlı. dışarda durmadan yağıp yerkürede bir yer kapmak isteyen, yeryüzünü beyaza bürümek isteyen kar gibi müşteri kapmaya çalışan, mekanını müşteriye bürümek isteyen bi adamı izliyorduk. düşüncelerime "adam ekmek parası için uğraşıyo lan dingil" diyip hemen toparlandım. mert tekrar geleceğinden değil ama "tabi tabi gelicez kesin" dedi, çıktık.
dışarda mert'e baktım. kafasını iki yana sallayıp "doymadım ben, başka bi şey yiyelim abi. ne yiyelim?" dedi. ben de dudaklarımın iki yanını aşağı eğerek "bilmem, farketmez" dedim. pilav önerisi benimdi ve sıramı salmıştım. sıranızı saldıktan sonra karşıdan bi öneri gelmedikçe istediğiniz kadar farketmez diyebilirsiniz. bunda utanacak bi şey yok. mert atkısı yüzünden boynunu çeviremediği için elleri cebinde ve tüm bedeniyle bana dönüp "döner yiyelim o zaman" diye öneri sundu. tamam diyip dönerciye doğru yürümeye başladık.
Yürüdüğümüz geniş kaldırım boş ve düzdü. karnım birazcık doyduğu için bu sefer ben moda girmiştim ve "heheh bak şindi nabıcam bak!" diyip altları dümdüz olan yazlık ayakkabılarımla 2 metre kadar kayıyor sonra da kaldırımdaki en yakın ağacın altına geçip geride kalan merti bekliyordum. mert ağacın altından geçerken de omuz darbesiyle ağaçtaki karları kafasına düşürüp hayvan gibi gülüyor bi yandan da yol alıyorduk. sonunda dönerciye gelmiştik.
masalar boş mekan küçüktü ama sıcaktı. "ustam! 2 bütün" diye siparişi verip masanın birine oturduk. ustasına yardım eden ufaklık "abi içcek alır mısınız?" diye sordu. "hayır" dedik çünkü zaten pilavcıda kazığı yemiştik ve bundan sonra az parayla doyabilmeyi düşünüyoduk. içecek almadığımız siparişimiz geldi, ekmek arası tavuk dönerimizi afiyetle yemeye başladık. bu sırada mekanı boş olduğu için işi olmayan usta TVyi zaplamaya başladı. haber sunan bi kanalda durdu. haberde bi adam; "bi bütün dönerin tanesi 5 liradan az olamaz efenim. onun içinde eti var, domatesi, patatesi, turşusu, sosu, ketçap, mayonez! bi sürü şey var. mümkün değil 5 liradan az olsun." diye konuşuyor tavuk dönerin çoğu yerde merdiven altı üretim olabileceğini söylüyordu.
mert TVyi bense ustayı görecek şekilde karşılıklı oturmuştuk ve haberi duyunca ustayla bi an gözgöze geldik. haberin devamını merak etmiştim ama sıkıldığından mıdır yoksa olayların b*ka saracağını düşündüğünden midir bilmiyorum bizim usta kanalı değiştirdi. 5 saniye sonra, yanlış anlarız diye düşündü sanırım, tekrar aynı kanalı açtı. TVdeki adam konuşmaya devam ediyor, dönercilerin bazı düzenbazlar aracılığıyla marketlerdeki son kullanma tarihi geçmiş tavukları ucuz ucuz alıp tasarruf yapıldığından, sadece güvenilen yerlerden tüketmemizi öğütlüyor sağlıksız üretimin insan sağlığına ne kadar zararlı olduğundan filan bahsediyordu. bu sırada biz de ekmeklerimizi nerdeyse bitirmek üzereydik ve mert’in ekmeğinden yağa pek benzemeyen aslında daha önce gördüğümüz herhangi bi şeye benzemeyen sarı bi sıvı akmaya başladı. haberin de etkisiyle mert’in midesi bulandı ve ekmeği bırakıp "doydum!" diyebildi. bense hesap peşindeydim. Usta mesleğini manipüle edebilecek haberi sunan kanalı önce değiştirip sonra tekrar açmıştı. dönercileri hedef alan haberi müşterisine dinleterek adeta "benim dönerimde herhangi bi üçkağıt yok" demeye çalışıyor gibiydi. bu da demek oluyordu ki bi bütün döner en az 5 liraydı. yoksa bu yüzden mi mekanda bizden başka kimse yoktu? Ödeyeceğimiz miktarın çok fazla olacağını düşünerek mert'in masada yemeden bıraktığı çeyrek ekmeği gözümün ucuyla kese kese hesabı ödemeye gittik. Usta da pilavcı gibi kocaman gülümseyip ama bizi kapmaya çalıştığına dair bi söz etmeden "afiyet olsun, toplam 6 lira gençler" dedi. hesabı ödedik hayırlı işler dileyip çıktık.
yolda televizyondaki haberi düşündüm ve mert'e bakıp "6 lirayla kurtulduğumuza sevinsek mi üzülsek mi bilemiyorum teheheh" diye güldüm. o da elleri cebinde hızlı hızlı yürürken "3 lira döner mi olur lan! küççücük ekmek 3 lira mı olur? bi daha yok arkadaş. ıslandığıma mı yanıyım yediğimiz kazığa mı yanıyım, bundan sonra gelmesi 2 gün de sürse evden sipariş edicem" diye karşılık verdi. sinirliydi ama haklıydı gardrop mert. öğrenciydik. öğrenci olmanın ilk şartını ihlal edip kazık yiyerek doymuştuk. Durdu, “susadım ben, marketten su alalım mı?” dedi. “farketmez” dedim. “almıyorum mk suyu da çeşmeden içicem, almıyorum!” diye kızdı. Çıkacağımız uzun bayıra doğru konuşmadan yürümeye başladık.