Bu şehrin sokakları yakıyordu canını. Sevgilisinin yok oluşu bile değil.
Kayıp demişlerdi, Minho kayboldu ve üstünden çok zaman geçti. Ölmüş olması büyük ihtimal.
Hyunjin'in ruhu bir cennet kadar parlakken, gün geçtikçe söndürmüştü tüm ışıklarını. Yapamazdı o, Minho yokken olmazdı.
Odasındaki tüm çiçekler ruhuyla beraber göz göre göre solmuştu. Son zamanlarda odasının siyah mat perdesini açmaya bile zahmet etmiyordu. Cennet ruhu arafa kaymıştı, çiçekleri de avuçlarından.
Gün yüzü görmek istemiyordu, çok bunalmıştı her şeyden ve tek ihtiyacı sarılmaktı.
Sarılmıştı da. Parkta dolaşan yaşlı teyzeye, Han nehrine karşı dondurma yiyen genç bir kıza, sokak dansçılarından birine, hatta simit satan bir yoksula bile. Geç anlamıştı sarılmanın ona sadece bir ruhla iyi geldiğini. O ruh da yoktu zaten. Ölmüş.
Öyle diyorlardı ama Hyunjin kendine yediremiyordu, ruhunun en ama en dip köşesinde bir papatya vardı sanki ve bu papatya ona Minho'yu fısıldıyordu, ona dair her şey.
Nasıl olduysa bugün bir farklı açtı gözlerini Hyunjin, sanki zaten ölmüş gibi.
Kim öldü diye düşünmüştü sabah yatağının içinde oturup düşüncelerinde boğulurken. Hangimiz öldük?
Perdelerini haftalar sonra ilk defa açtı, coşkulu ve samimi güneş ışığında şakırmış gibi konuşup yürüyen insanlara büyük bir boşluk ve duygusuzlukla baktı. Sanki kendi enerjisini sömürmek onun aç tarafına yeterli gelmemiş ve tüm dünyayı mutsuz görmek istemişti.
Dışarıya bakmayı bırakıp odasının kapısına doğru yürümeye başladı, bir ara düşünceleri onu çok sıkıştırdığından olsa gerek köşede duran eski ve tozlu saksıya rastgele bir tekme savurdu ancak duyguları ruhundan sıyrılalı çok oluyordu, bileğinde fiziksel olarak duyduğu acı, mental durumunu zerre etkilememişti.
Ruhu yokmuş gibiydi yahut boşmuş. Bugün o köşede sessizce Minho'yu fısıldayan papatyayı da duyamamıştı Hyunjin. Belki de bugünü farklı yapan buydu. Belki de günlerdir aklını meşgul eden o kopuş kararı.
Bir an için son bir kez sevgilisinin mezarını ziyaret etmeyi düşündü, aptallaşmıştı. Çok sonradan geldi aklına sevgilisinin bir mezarı bile olmadığı.
Salondaki boy aynasında kendini gördü o sıra. Çok şaşırdı, bir iki adım atıp kendini daha fazla inceledi, şaşkınlığı bile belli olmuyordu yüzünden. Neredeydi duyguları?
Onun duyguları gitti, Minho'nun ruhuna ince bir iple bağlıydı zaten Hyunjin'in duyguları. Minho'nun ruhu nereye gittiyse o da oradaydı işte.
"Bu-bulacağım." diye fısıldadı Hyunjin aynaya doğru. Neyi bulacaktı, nerede olduğu belirsiz duygularını mı yoksa yok ya da boş olup olmadığı bile kesin olmayan ruhunu mu? Kahretti onu düşünceleri, dizleri tutmayacak gibi oldu. Son anda aynaya tutundu.
Acıklı bir hıçkırık yükseldi boğazından, biri boğazını sıkıyormuş gibiydi. Hoştur ki, Hyunjin de tam olarak ruhunun sıktığını düşünüyordu boğazını.
Ama yoktu ki ruhu, ya da boş. Ama sonuç olarak belirsiz. Ama sonuç olarak amaçsız. Neden sıksındı?
Ağlayamadı, sadece hıçkırıkları derinleşti ve iyiden iyiye boğuldu kaldı. Eli yüzü kızarmıştı, canlı olduğunu belli eden tek renk türü. Gerisi bembeyaz, pudra döksen daha canlı.
Sırtına eline gelen ilk şeyi geçirdi, ters giydiğini fark etmedi bile. Dış kapıyı açıp dışarı çıktı, kapıyı kapatmamıştı ama kimin umrunda.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
papatya, hyunho
Fanfictionruhunun en ama en dip köşesinde bir papatya vardı sanki ve bu papatya ona minho'yu fısıldıyordu, ona dair her şey. 310720