LI

43 4 0
                                    


53

Kasaba sınırlarını geride bırakıp bataklığa açıldığım sırada dolunay doğdu, ama gene de gece karanlıktı. Bataklığın kör çizgisinin ötesinde, bu kocaman, kıpkırmızı ayın anca sığabildiği bir şerit açık gökyüzü vardı. Bir-iki dakikaya kalmadan ay bu açıklığı tırmanarak, tepesinde dağ gibi kümelenen bulutların arasına girmişti bile.

Hüzünlü bir rüzgâr esmekteydi, bataklıklar ıssız mı ıssız. Bir yabancı böyle bir gecede böyle bir yere dayanamazdı. Benim içime bile öylesine bir ağırlık çökmüştü ki neredeyse geri dönmeye karar vererek duraksadım. Ne var ki buraları ezbere bildiğim için, bundan çok daha karanlık bir gecede bile yolumu bulabilirdim. Zaten bir kez buraya gelmiş olduktan sonra dönmek için bir özrüm de yoktu. Böylece nasıl istemeyerek gelmişsem, gene öyle istemeye istemeye ilerledim.

Tutturduğum yol köyümden de, bir zamanlar pranga kaçaklarını izlediğimiz yöreden de çok uzaklardaydı. Sırtım ırmaktaki hulk'lara dönük olarak yürümekle birlikte, ışıklarının gene eskisi gibi kum tepeciklerine vurduğunu görüyor, başımı çevirip baktığımda onları seçebiliyordum. Eski cephaneliği nasıl biliyorsam kireç ocağını da öyle biliyordum. Ama birbirlerinden kilometrelerce uzaktaydılar. Öyle ki o gece ikisinin de bulunduğu yerde birer ışık yanıyor olsaydı, bu iki aydınlık noktanın arasında upuzun, bomboş, karanlık bir ufuk çizgisinin uzandığı görülürdü.

Önceleri birkaç kanal kapısından geçtim. Arada bir duruyor, kıyıları yüksek hendekli yolda yatan davarların ayağa kalkarak hantal adımlarla sazlıklara dalıp gitmelerini bekliyordum. Derken biraz sonra çepeçevre bataklıkta benden başka canlı kalmamış gibi oldu.

Kireç ocağına yaklaşabilmem bir yarım saat daha sürdü. Kireç, insanın genzini tıkayan bir duman çıkararak uyuşuk uyuşuk yanmaktaydı. Ateşlerin üstü örtülmüştü ve görünürde hiçbir işçi yoktu. Kireç ocağının bitişiğinde bir taşocağı gördüm. Tam yolumun üstündeydi. Öteye beriye atılmış duran araçlarla el arabalarından, bugün burada çalışılmış olduğu anlaşılıyordu.

Keçiyolu bu çukurun ortasından geçiyordu. Yeniden bataklık düzeyine çıktığım zaman kanal kapısındaki eski bekçi kulübesinde bir ışık yandığını gördüm. Adımlarımı sıklaştırarak kapıya vurdum. İçeriden bir yanıt gelsin diye beklerken dört bir yanıma bakındım. Kanal setinin çoktandır kullanılmıyormuş gibi yıkık durduğunu, kiremit damlı tahta kulübenin barınak olarak pek işe yaramayacak bir durumda olduğunu gördüm. Çevredeki çamurlarla batak suların üstü kireç kaymağıyla kaplıydı ve kireç ocağından yükselen boğucu dumanlar sinsi bir hortlak gibi usul usul üzerime yürümekteydi.

İçeriden hâlâ ses çıkmadığı için kapıya gene vurdum. Bu kez de karşılık alamayınca çengeli kaldırdım.

Kapı hemen açıldı. İçeriye şöyle bir göz attım; masa üzerinde yanmakta olan bir şamdan, tahta bir sıra, üzerine döşek serilmiş açılır kapanır bir somya gördüm. Yukarıda samanlık gibi bir çekmekat bulunduğundan, "Kimse var mı burada?" diye bağırdım.

Ses veren olmadı. Ne yapacağımı kestiremeyerek dışarı çıktım.

Yağmur iyice indirmeye başlamıştı. Demin gördüklerimin dışında bir şey göremeyerek gene içeri girdim; tam kapının altına sığınarak karanlıklara baktım. Kulübede oturan her kimse, hemen dönmek üzere biraz dışarı çıkmış olmalıydı, yoksa şamdanı yanar bırakmazdı, diye düşünürken aklıma gidip mumun fitilini gözden geçirmek, ne zamandır yanmakta olduğuna bakmak geldi. Bu amaçla dönüp şamdanı elime almıştım ki şiddetli bir sarsıntı mumu söndürüverdi; kendimi, arkamdan fırlatılmış bir kementle kıskıvrak bağlanmış buldum.

Büyük UmutlarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin