Bu duyguyu dördüncü kez yaşıyorum. Ailemi kaybetme korkusunu. Ölüme gitme korkusunu. En kötüsü, küçük kardeşimi ağabeysiz, annemle yalnız, aç bırakma korkusunu. Korku hiç gitmiyor, her sene kendini yeniliyor. Ama gariptir ki insan korkuya alışabiliyor. 12 yaşıma bastıktan üç buçuk ay sonra Açlık Oyunları için adım ilk kez yazıldığında o kadar korkuyordum ki Toplama Günü tüm sabah boş midemdeki safrayı kusmuştum. O zamanlar çok küçüktüm. Tek bildiğim evimden ayrılmak istemediğimdi ve bunun için ağlıyordum. Korkuyordum ve ağlamaktan çekinmiyordum. Ama sonra patlama oldu, maden çöktü, babam öldü ve ben büyümek zorunda kaldım. Artık ağlayamazdım. Çünkü annem zaten bütün ülkeye yetecek kadar ağlıyordu ve ağlamak henüz bebek olan kardeşim Griffin’in karnını doyurmuyordu. Ben de bu dört yıl içinde suratımda her daim soğuk bir maskeyle dolaşmaya başlamıştım. Fakat dışarıdan ne kadar kayıtsız durursam durayım içimdeki dehşet asla eksilmiyor.
İçeri soğuk girmemesi için camındaki küçük kırığı muşamba parçasıyla kapattığım pencereden yansıyan ışıkla yerimden doğrulup beni saatlerdir dönüp durduğum yataktan azat ettiği için güneşe bir teşekkür yolladım. Karşımdaki karyolada birbirine sarılmış uyuyan anneme ve kardeşime baktım. Grif genelde benimle uyurdu ama tüm gece uyuyamayacağımı bildiğim için dün gece annemin yanında yatmasını söylemiştim. Kardeşim, sağ bacağı annemin kalçasının üstünde, ağzı açık, küçük burnundan horultu çıkararak uyuyordu. Ses çıkarmamaya çalışarak dışarı çıktım. İki büklüm olarak anca girebildiğim kümesteki kazların yumurtalarını toplamaya başladım. Babam ölünce verdileri “kusura bakmayın babanızı biraz patlattık” maaşıyla bir kaz almıştım. Annem terzinin evine temizliğe gitmeye başladığında bir tane daha almıştık. Zamanla yavruladılar, yenilerini aldık ve şuan Grif’in her birine bir isim verdiği ama benim isimlerini hiçbir zaman ezberleyemediğim 13 kazımız var. Kardeşimi gördüklerinde hemen yanında bitmelerine rağmen benden nefret eden kazları rahat bırakıp kümesten çıktım.
Yarım saat sonra buluşacağım Swann’a kaz boku kokmamak için biraz su ısıttım ve temizlenmeye çalıştım. Kurulandıktan sonra annemin akşamdan Toplama için hazırladığı kıyafetlerimi –terziden bir günlük ücretine karşılık aldığı solmuş, mavi bir gömlek, babamdan kalma gri bir pantolon- giydim. Her şey yolunda giderse Toplama’dan sonra Hob’da satmak için yumurtaların 11 tanesini kırılmamalarına özen göstererek annemin, topladığım otlardan ördüğü sepetin içine dizdim. Kalan iki yumurtayı çok az eşyamızdan biri olan emektar tavada pişirdim. Yanına fırıncıdan beş tane incirle takas ettiğim bir somun ekmeği koydum.
İncir ağacını iki sene önce, sıfırı tükettiğimiz, günlerdir midemde ağaç kabuklarından yaptığımız çayımsı şey dışında hiçbir şey olmadığı bir günde bulmuştum. Belki çöp konteynırlarından bir şey bulurum umuduyla 12’nin en izbe yerlerine gitmiştim. Normalde o kadar dışarıya gitmezdim ama o gün nereye gittiğimi bilecek halde değildim. İncir, Çayır’dan Dikiş’e yardım eli uzatır gibi bir dalını tellerden bu tarafa uzatmıştı. O gece ilk defa az yemekten değil de bir şeyi çok yemekten karnım ağrımıştı. Haftalar sonra tellerin arkasına geçme cesareti bulduğumda her gün küçük Grif’in karnını doyuracak yeni bir şey buldum. Önce birkaç meyve ağacı daha, sonra yenilebilir otlar ve küçük bir göl. Annemden bana bir sepet yapmasını istediğimde ve o sepeti ağ gibi kullanarak tuttuğum balığı eve getirdiğimde ufaklığın gözlerindeki parıltı bütün Dikiş’i aydınlatmıştı. Çayır karnımızı doyurmamız için sonsuz bir hazine ve büyük bir şanstı ama tehlikeliydi de. Yalnızca Barış Muhafızları’ndan bahsetmiyorum. 12 gibi kötü bir yerde yaşamaktan hoşnut olmayan Baş Barış Muhafızımız Fergus Otto taze balığı seviyordu ve çok gözlerine batmadığım sürece Çayır’a geçmemle pek ilgilenmiyordu. Her zaman rüşvet kabul eden Barış Muhafızları’ndan daha tehlikeli olan şey bilgisizlikti. Çayırdan ot topladığım ve Grif’in sofrayı kurmamı beklemeden birkaç tanesini mideye indirdiği bir gün birden ateşlenen kardeşimi kucaklayıp telaşla eczaneye götürmüştüm. İnce yapılı, kemikli suratlı, mavi gözlü ve civardaki tek şifacı olan Eczacı, kardeşimi kusturup birkaç gün ilaç verdikten sonra eski haline getirmişti. O günden sonra Eczacı’dan yenilebilir ve yenilemez otları öğrenmeye başlamıştım. Çayır’daki zenginliğe ulaşma şansını elinden kaçırmayan Eczacı da arada sırada ilaç yapmak için ihtiyacı olan otların detaylı resimleri olan bir liste yapar kızıyla bize gönderirdi. Eczacı’nın kızı Savera’yla aynı sınıftaydık. Sarışın, mavi gözlü, güzel bir kızdı. Pek konuşkan bir tip değildi ama hep güler yüzlüydü. Esnaf çocuğu olduğu için bizim gibi bir deri bir kemik değildi, bu yüzden hayatta benden şanslı olan herkesten ettiğim gibi önceleri ondan da nefret ediyordum. Sonra listeyi vermek için geldiği bir kış günü Grif’e bir çift çorap hediye etti ve ben de fena biri olmadığına karar verdim. O kış kardeşimin küçük parmaklarının ısınmasını sağladığı için ona hâlâ minnet duyarım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Haymitch Abernathy'nin Hayatı
FanfictionHaymitch Abernathy. 50'nci Açlık Oyunları'nın erkek haracı. Alaycı Kuş'un akıl hocası. İsyan'ın beyni. Kızgın. Sarhoş. Kahraman. Haymitch Abernathy. Hayatta kalan.