"dün gece ne yapıyordun?"
ders çıkışının ardından yangyang ile daimi müşterisi olduğumuz kafeye doğru yürüyorduk. sabah uyandığımda başka garip mesajla karşılaşmamıştım fakat yine de bu olay kafamı kurcalıyordu; yazan kişinin kim olduğunu merak ediyordum, özellikle böyle bir numaranın olmadığı bilgisi merakımı kat kat artırıyordu. elimdeki ilk şüpheli yangyangdı, arkadaşım her zamanki gibi davranıyordu fakat iyi bir oyuncu olduğunu bildiğimden onu sorguya çekmeye başlamıştım.
"sunum ödevimi yetiştirmeye çalışıyordum." kafeye girerken bana, neden böyle bir soru sorduğumu merak edercesine bakmıştı. kafasındakileri cümlelere dökmekten çekinmeyen biri olduğundan bir sonraki cümlesinin de sorumun sebebini öğrenmek üzere olduğunu biliyordum.
"ne oldu böyle aniden?"
genelde oturduğumuz masa bugün dolu olduğundan boş olan masalardan birine geçtik. bu sırada dünki olanları ona söylememe kararı almıştım. gereksiz bir olaydı, büyük ihtimalle birisi beni işletmeye çalışmıştı ve bunu ona anlatarak büyütmeye gerek yoktu. o yüzden "hiç..." diye mırıldanıp garsonun getirdiği menülere bakma gereği duymadan siparişimi verdim.
siparişlerimiz gelene kadar dersler, ödevler ve benzeri şeylerden konuştuk, sınavlar yaklaştığı için daha da meşgul olacaktık ve yangyang bilgisayar oyunlarını kısmam için nutuk çekmişti. haklı olduğunu biliyordum, bu yüzden başlangıç olarak onunla kütüphaneye gitmek için söz vermiştim.
pasta ve kahvelerimiz geldiğinde bir süreliğine konuşmaya ara vermiştik; bu sürede gözüm, geçen senelerde hep oturduğumuz masaya kaymıştı. ders arasında veya çıkışında ben, yangyang ve jeno buraya gelirdik ve saatlerimizi o masada geçirirdik. bazen hayatlarımızla ilgili konuşur bazen de ders çalışırdık. ikisiyle zaman geçirmek bana her şeyden iyi geliyordu, onlarlayken kendimi deşarj olmuş hissediyordum. ta ki geçen seneye kadar.
geçen sene, ekimin on yedisiydi ve cumartesi günüydü. beraber sinemaya gitmiştik ve akşam 7 gibi jeno ailesiyle yemek yemek üzere, benle yangyang ise eve gitmek üzere ayrılmıştık. bunun üzerinden birkaç saat geçmiş, gece olmuştu ki telefonum çalmıştı. arayan yangyangdı, aramayı cevaplayıp kulağıma götürdüğümde sesi ağlamaklıydı ve konuşurken zorluk çekiyordu. yine de "jenogil kaza geçirmiş." dediğini anlayabilmiştim. ellerim titremeye ve göğsümde bir korku büyümeye başlamıştı. ne yapacağımı bilmeden yangyangı dinliyordum ki hangi hastaneye gideceğini söyleyip telefonu kapatmıştı. ellerimin titremesini durduramadan cüzdanımla telefonumu alıp evden çıkmıştım.
hastaneye nasıl vardığımı anlamamıştım bile, başım zonkluyordu ve kendime sürekli jenonun iyi olduğunu söylüyordum. hemşireleri durdurup jenoyu sorarken bir şekilde yangyangı bulmuştum ve onu görmemle gözyaşlarıma hakim olamamıştım. omuzlarım sarsılıyordu, yangyanga sımsıkı sarılırken tanrıya dua ediyordum jeno için.
kaç saat boyunca hastane kokulu beyaz koridorda beklediğimizi, ne kadar gözyaşı akıttığımı bilmiyordum. gözlerim sürekli olarak jenonun içeride olduğu ameliyathanenin cam kapısındaydı, sanki jeno yürüyerek çıkacakmış ve yüzünde her zamanki gülümsemesi olacakmış gibi hayal ediyordum. birkaç saat önce yanımızdayken o an içeride olması anlamsız geliyordu.
o cumartesi gecesi, tek bir telefon konuşmasıyla hayatımda birçok şey değişmişti. duaların insanları ölümden alıkoymadığına şahit olmuştum. canımdan çok sevdiğim birini kaybetmiştim, koca bir boşluk oluşmuştu hayatımda. ruhumun bir kısmını jenoyla birlikte uğurlamıştım sanki. şimdi yangyangla ikimizin oturduğu bu masa eskisi kadar dolu gelmiyordu.
kazayı çok ağır yara bere almadan atlatan anne ve babası, jenoya veda etmişti. 21 gün sonra, jenonun aramızdan ayrılmasının üzerinden bir yıl geçmiş olacaktı ve yangyangla birlikte lee'leri ziyarete gitmeyi düşünüyorduk.
"evlerine gitmeden önce mi mezarlığa gidelim yoksa onlarla beraber mi gidelim?" pastamı yemeye devam ederken aklımdaki soruyu yangyanga yönelttim. bir süre düşündükten sonra "iki şekilde de gidelim." demişti, ben de kabul etmiştim.
bir süre daha oturduktan sonra kafeden çıkıp evlerimize doğru ayrılmıştık. eve vardığım gibi yapmak istediğim şey bilgisayarımı açmak olmuştu fakat sorumluluklarım yüzünden kitapların başına geçmek zorunda kalmıştım.
odağımı kaybetmeden düzenli bir şekilde çalışıyordum ki telefonum çalmıştı. sessiz odayı dolduran telefon zili, tüylerimi sebepsizce diken diken ederken ekrandaki numaraya baktım. yine kayıtlı olmayan bir numaraydı fakat bu seferki dünkinden farklıydı. ekrandaki yeşil kısma basıp telefonu kulağıma götürdüm fakat ses gelmiyordu. bir kez "alo?" dedikten sonra bekledim fakat bu sefer kulağımı rahatsız edecek bir şekilde cızırtı sesleri gelmeye başladı. refleksle telefonu kulağımdan uzaklaştırırken ağzımdan küfürler kaçmaya başlamıştı. tam aramayı sonlandırmak üzereydim ki cızırtı kesildi ve sanki çok uzaktan geliyormuşçasına bir erkeğin sesini duydum fakat ne dediğini anlayamıyordum. bir süre sonra ses yine uzaktan fakat ilk seferinkinden daha yakın geliyordu ve bazı kelimeleri seçebiliyordum. "ben", "burası", "ile", "hafta"... tek başına bir anlamı olmayan kelimelerden başka bir şey duymuyordum ve artık anlamadığım bir durumun ortasında olmaktan sabrım kalmamıştı.
"kimsin?" karşıdaki belirsiz şeyler söylemeye devam ederken bunu sormaktan kendimi alıkoyamamıştım. birkaç saniyeliğine karşıdaki kişi susmuştu.
"yardım et."
arama sonlanmadan önce duyduğum son şey bu olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
nightcall :: markhyuck
Fanficgece gelen aramalar, diğer aramalara göre daha endişe vericidir ve bu hikâyede olacak olanlar da bunun bir örneğidir. biraz macera, biraz gerilim markhyuck texting+hikaye