Gitmemesi için her şeyi yapmayı denerdi, ama neyi denerse denesin engel olamazdı ya, ona yanardı işte. Daha ona söyleyemediği bir sürü şeyi vardı, dokunuşlarıyla anlatacağı hikayeler, gözlerinde okuyacağı şiirler vardı; kutsanmak için bekleyen dudakları vardı. Birbirlerini ilk gördüklerinde gençlerdi, hayatlarının baharını yaşıyorlardı; ruhları birlikte olabilmenin dayanılmaz coşkusuyla çağlıyordu ve önlerinde hiçbir engel duramazmış gibi kavuşmuşlardı hemen. Aşklarını uyum içinde, her şeylerini paylaşarak geçirmişlerdi; hayatları boyunca mutlu olacaklarını zannederek, ayrılık gününün takvimlerden silindiğini sanarak. Lakin aylar, yıllar geçmiş, ölüm meleğinin koruduğu o gün gelmişti işte, her sevginin, her sevgilinin tadacağı o aşılmaz duvar; kopma, ayrılma, sürüklenme.
Yibo, sevgilisinin saçlarına bıraktığı dokunuşları son olduğunu bilerek ezberliyor, hiçbir bakışını kaçırmamak için gözlerini gözlerinden hiç çekmiyor, teninde dokunulmadık; yüzünde öpülmedik yer bırakmıyordu. Zhan'ın izi sonsuza dek onunla birlikte kalsın, ruhu gibi anıları da onunla yaşasın istiyordu. Eskiden onunla günlerin nasıl geçtiğini bile anlamazken şimdi her bir dakikanın hesabını yapmakla uğraşıyordu, ona söyleyebildiği her şeyi söyleyerek. Tanrı'ya güneşin neden bu kadar çabuk doğduğuna, gecenin neden bu kadar çabuk çöktüğüne dair isyanlar ederek.
"...Malky'i götürünce sana köye gitmen için binecek at kalmayacak, ama merak etme sen. Ben Cheng ile konuşur, sana bir kısrak ayarlarım, sonuçta o adama çok yardımım dokundu benim. Beni kırmayacaktır. Ata burada, ahırda bakarsın. Paramıza dokunmayacağım, nasıl olsa orada devlet bize kendi imkanıyla bakacak. Haftada bir kısrağınla köye uğrar, alınacakları alırsın. Cheng sana her konuda yardım eder, hiç korkma sen. Kış gelince odunları-"
"Neden anlatıyorsun bunları bana?" Yibo yanağını onun göğsünden aniden kaldırıp uzanmakta olduğu yerden sırtını doğrulttu. "Bana veda etmen gerekirken, bana son cümlelerini söylemen gerekirken gelmiş odunlardan, köyden ve atlardan bahsediyorsun."
Zhan şaşırmış, hatta biraz da utanmıştı; sevgilisi doğruyu söylüyordu. Onu daha da üzecek şeyler anlatmaması gerekirken yokluğunda ne yapacağına dair nasihat verip durmuştu. Lakin ne yapabilirdi ki? Onu burada yalnız bırakınca başına bir şey gelmesinden, birilerinin onu üzmesinden çok korkuyordu. Kışın Yibo'su yalnız ne yapardı buralarda? Ona kim yakacak getirir, kim odununu kırardı? Onsuz yaşayacağı bir mevsimi düşünmek bile istemiyordu!
"Sevgilim, öyle çok korkuyorum ki... daha yapacak bir sürü şeyimiz vardı, ben-"
"Yibo'm, ne olursun yapma." Zhan kolları arasında duran bedeni iyice kucağına çekti, gözlerini daha iyi görebilmek için; ona baktığı an yüzünün acıyla kasıldığını gördü ve alt dudağını dişledi. Zarif, çiçekleri bile incitmeye korkan; ancak günler sonra silah tutmaya başlayacak olan parmaklarını eşinin zayıf beline gömdü. Üzerine alacağı günahları düşündü çaresizce, avuçlarına kazınacak olan kanı hayal etti, ileride kimlerin katili olacaktı acaba? Peki, onun katili kim olacaktı? Kimdi onu ruhsuz bir cesede dönüştürecek olan?
"Zhan... Seni seviyorum." Yibo alnını onun alnına yasladı, pencerelerinden sızan günün ilk ışıkları yanaklarından süzülen yaşları parlatıyordu. Ellerini onun yanaklarına yasladı çaresizce, ardından nefes bile almadan öptü dudaklarını. Bütün nefeslerini kendi nefeslerine karıştırdı, soluklarını yudumlandı; her şeyiyle ezberlemeye çalıştı Zhan'ı.
"Seni seviyorum." diye fısıldadı genç adam, diliyle onun dudaklarının tadına varmadan hemen önce; ardından doyasıya öptü sevdiğini. Tenlerinin arasına sızan gözyaşları bedenlerini acıyla sızlatıyordu, kucaklaşmaları ızdıraplarla doluydu. Yibo sevgilisine gitmemesini söyleyen fısıltılarla yalvarıyor, elinden hiçbir şey gelmeyen Zhan ise yalnızca ağlıyor; kollarını sımsıkı onun kaburgalarının etrafına sarıyordu.
Sonra, korktukları gibi; güneş doğdu.
Ama Zhan için de, Yibo için de; artık sonsuza kadar gece olmuştu.
Yataklarından güçlükle kalktıklarında sanki kelimeleri mühürlenmiş gibi hiçbir şey söyleyemediler birbirlerine. Gece boyu birbirlerini öpmüşler, birbirlerine dokunmuşlar, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini fısıldayıp durmuşlardı. Gitme'lere bir cevabı yoktu Zhan'ın. Yapabildiği tek şey ağlamak, ağlamaktı.
Yibo, "Kalın giyin, Zhan." diye mırıldanmıştı sadece. "Sonbaharın ne yapacağı belli olmaz... Yağmur yağar, üşüme oralarda."
Ardından onun giyinmesine izin vermemiş, her bir kumaş parçasını kendi geçirmişti sevdiğinin bedenine, bir yandan da iç çekiyor, dudaklarını ısırıyor, onun gözlerine bakıyordu. Kalbinin ne kadar acıdığını kime anlatsa, nereye yazsa duaları kabul olurdu ki? Ne kadar ibadet ederse Tanrı Zhan'ını o ölüm hattında korumasına alırdı? Ne yapması gerekiyordu, bir bilse, ah; o zaman yapmaz mıydı elinden geleni? Çaresi olmayan bir çaresizlikti bu işte. Acıdan başka da bir şey vermiyordu kalbine.
"Hadi gel bakalım, Malky." Zhan, atının yeteri kadar yiyip su içtiğinden emin olduktan sonra, titreyen parmaklarıyla taktı dişlerinin arasına gemini. Duman rengi tüylerini okşadı, yelelerini sevdi, dostane öpücükler kondurdu yapılı boynuna. Nallarını özenle kontrol etti, eyerinin kayışlarını dikkatle ayarladı. Malky'nin şimdi bir kır gezisine çıkacaklarını anladığını düşündü. Ah, ama hayır; savaşa gidiyorlardı birlikte. "Seni de ölüme götürdüğüm için özür dilerim. Bir şey olduğunda hemen kaç, tamam mı? Senin hiçbir suçun yok, masumluğun ölümü hak etmiyor."
Yibo, Zhan ve Malky'in ahırdan yürümelerini içi giderek izledi. Elinde sımsıkı tuttuğu çıkını heyecan içinde kontrol etti, içine her şeyi koymuştu... Dudaklarından çaresiz bir inilti fırladı, hemen karşısında duran sevgilisine baktı, ardından bakışlarını kül rengi ata çevirdi.
"Malky..." diye mırıldandı, sesi boğuk geliyordu. Elini atın yüzüne koyup kısacık bir süre tüylerini okşadı, hayvan rahatlıkla gözlerini yumup onun bu sevgisini kabul etmişti. "...Zhan'ıma iyi bak ve onu yine sırtında geri getir, olur mu?"
"Yibo..." Xiao Zhan ürkek gözlerle baktı sevdiğinin yüzüne. "...bana mektup yaz, tamam mı? Nasıl olduğunu bilemezsem-"
"Elbette yazacağım." Genç adam değneğinden destek alarak kendini onun kolları arasına attı, bedenlerindeki boşluklar birbirleriyle tamamlandı. "Zhan... Çok, çok dikkat et kendine, tamam mı? Tanrı seni herkesten korusun."
"Edeceğim sevgilim." Burnunu çekti, her şeye rağmen daha fazla ağlamamak için tuttu kendini; elleriyle okşadı tenini. "Bir tanem, Yibo... Her zaman kalbimde, her zaman aklımda olacaksın. Bunu bilerek yaşa, beni hiç unutma... Çünkü ben asla unutmayacağım seni."
"Biliyorum Zhan'ım. Biliyorum... Her yerime sızmışsın, nasıl çıkarabilirim seni aklımdan?" Yibo uzanıp onun dudaklarını öptü, nazikçe; her şeyini ona hissettirerek... Dudaklarının altındaki beni öptü, içine çekti kokusunu. "Biriciğim... Çok seviyorum seni."
Ayrılmaları çok, çok uzun sürdü, bedenlerinin birbirlerine değmediği her bir saniye derin bir acı duyuyorlardı sanki. Ölsem yeridir, diye düşündü Yibo; ölsem yeridir, diye düşündü Zhan. Ondan ayrılacağıma ölsem yeridir.
"Elveda sevgilim." Yibo çaresizce söyledi bunu, genç adam atının üzerine binerken.
"Elveda Yibo'm." Zhan, kendinden bile beklemediği bir şekilde gülümsedi. Ne acılar vardı o kıvrılan dudaklarında... Ne anılar, ne vedalar vardı. "Öldükten sonra bile benimle olacaksın."
Yibo ağladı, Zhan'ın gülümsemesi puslu bir hal alıp kayboldu. Malky ileri atıldı, nalları toprağı döve döve tepelerin ardından uzaklaştı.
Yibo ağladı, Zhan ağladı.
Yibo yıkıldı, Zhan bunu yüreğinde hissetti, sevdiğinden uzaklaşırken haykırarak olduğu yerde büzüldü. Dörtnala koşan atının üzerinde ilk defa sevdiğinden sonsuza kadar ayrılmak üzere, gidiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Atlantis [Yizhan]
Fanfiction"malky... zhan'ıma iyi bak ve onu yine sırtında geri getir, olur mu?"