Lucky Dragon Çin Restoranı'nda yine ve yine, neredeyse her işin benim üzerime yıkıldığı günlerden birindeydim. Gelen ürünleri dolaplara yerleştirme, masalar arasında dolaşıp bulaşıkları toplama, mutfak kısmı ile ilgilenip müşterilerin siparişlerini verme, çalan telefonlara koşma ve günün son dakikalarında ise temizlik işleri ile ilgilenme; tüm bunlar arasında koşarken ise restoranda bulunmakta olan Tu'er Shen tapınağına ilişen bakışlarım, bir an bile olsun Hongjoong'u kafamdan çıkarmama yardımcı olmamıştı. Gelmesini içten içe istiyordum ancak bunu kendime kabul ettirmemin biraz zor olduğunu da biliyordum. Beni allak bullak etmişti; dibi olmayan bir uçurumun eşiğinde sallanıyordum ve kırmızı bir şey gördüğüm an başım dönüyor, topallayarak uçurumdan atlayacak gibi oluyordum.
Günün geri kalanında yerleri paspaslarken bile Hongjoong aklımdan çıkmamıştı. Gelmesini bekleyişim, sonsuzluğun sonuna varmayı istemek gibiydi. İmkânsızlığı istemeye can atacağımı hiç tahmin etmezdim. Ben ne kadar beklersem bekleyeyim, Hongjoong gelmedi ve ben, günlük kırmızı dozumu Tu'er Shen tapınağına bakarak gidermek zorunda kaldım. Yerleri paspaslama işim bittikten sonra eşyalarımı toplamış bir hâldeydim, kapının üzerinde bulunan ışıklandırmalı tabelanın ışığını kapatırken bile Hongjoong'un varlığını arıyordum bakışlarım ile. Dün gece altında bulunmakta olduğu sokak lambası, koskoca cadde üzerinde bir yalnızlık senfonisine ayak uyduruyor gibiydi; benim hâlimin ise ondan beter oluşu aklımda yankılanırken gülümsedim.
Restoranı tamamen karanlığa bürümeden önce bir elimi yüzümü yıkamam gerektiğini düşündüm. Hongjoong'u aklımdan çıkaramamam akıl alır gibi değildi, deliriyor gibiydim, ona kafayı takmış bir duruma geldiğimi hissediyordum. Onun benim üzerimde yaratmış olduğu çekimin gücünü, ağrıyan karnım ve onun ismini zihnimde tekrarladığım vakit buzlara bürünen avuç içlerim ile anlayabiliyordum ancak bu kadar güçlü bir çekim beni korkutuyordu. Belki de bir hayalden ibaretti, zihnimin bana oynamış oynadığı bir oyundu ve ben, zihnim tarafından mağlup edildiğimi kendime kabul ettirmeliydim.
Lavabonun önüne geldiğimde aynadan kendime baktım, düşünmekten kendime bakacak bir vakit bile bulamamıştım. Dağılmış saçlarım, morun en hafif tonlarının öpmekte olduğu göz altlarıma gölgeler oluşturuyor ve düşünceler karmaşası altında boğuluşumu, en dürüst hâli ile gözler önüne seriyordu. Derin bir yutkunmayı bahşettim boğazımdaki kuruluğa ve dudaklarımı yalayarak musluğa doğru eğildim, musluğu açtığım gibi akan suyun getirmiş olduğu bir serinlik hissi ile gelebildim kendime biraz da olsa. Suyu avuçlarıma doldurup yüzüme çarparken kapanan gözlerim ile bir nebze de olsa rahatladığımı hissederken yüzüme kapanan kollarıma, sıcaklığın ellerinden ve kuruluğun eteklerinden öpmekte olan parmaklar dolandı. Yüzüme kapanan ve suya bulanmış olan ellerim, bu parmakların sahibi olan kişinin düşüncesi ile yüzümden çekilirken kapanmış olan gözlerimi araladım. Hongjoong'un parmakları, omuzlarıma kadar kıvırmış olduğum gömleğimin kolumda açık bırakmış olduğu yerlere dolanıyor ve göğsü ise sırtımın her bir kıvrımına sarılıyordu. Göğüs kafesimde bir şenlik başlamıştı.
Hongjoong'a doğru döndüm ve baygın bakışları altında kendimi kaybetmemek için kendimi zorladım. Dudakları beni çağırıyor, kollarımda gezinmekte olan parmakları ise gecenin karanlığına bir günahın izlerini bırakmak için bana cesaret veriyordu. Dudaklarımı yaladım ve ıslak parmaklarımı yanağına çıkardım, kırmızı göz altlarını okşadım yavaşça. Günlük kırmızı dozumu almamış olduğuma o an, orada karar verdim. Hongjoong'un kırmızısı her şeydi, benim her şeyimdi.
"Sanırım seni özledim." diye fısıldadım. Neden fısıldadığımı bilmiyordum ancak sesimin desibelini bir miktar yükseltsem Hongjoong kaybolacakmış gibi, bu an dağılacakmış gibi hissediyordum. Bu dediklerim ile Hongjoong gülümsedi, o gülümsemenin kollarının tüm yorgunluğumu kaldırabilmesini hayretler içerisinde hissettim.
"Birazcık açım." Hongjoong'un bu cevabı ise ikimizi güldürmüştü, başımı onaylar anlamda sallayarak ona yemek hazırlayabileceğimi belirttim.
Yaklaşık yarım saat sonra ona yemeklerini götürmüştüm. Soegogi Muguk ve Jajangmyeon. Yemekleri masaya bırakmam ile Hongjoong'un onlara gömülmesi bir olmuştu. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum, bu derece aç olması biraz düşündürücüydü ancak yemekleri yeme şekli fazlasıyla sevimliydi, gülümsemeden edemedim. Gülümseyişim, bir miktar sese bulanmış olacak ki Hongjoong, sesimi duyması ile içmekte olduğu çorbadan kendini ayırıp bana baktı ve gülümseyişimde oyalandıktan sonra gözlerimin içine bakıp o da gülümsedi.
"Kore yemeklerini özlemişim." Hongjoong'un dediklerine onaylar anlamda başımı salladım, ben de özlemiştim. Bir Çin restoranında olmamdan dolayı her ne kadar arada bir Kore yemeklerini yapabilsem bile evimde olduğum zaman buna imkânım pek olmuyordu, Amerika'da Kore yemekleri için ürün bulmak biraz zordu. Hongjoong'un yemeklerini yemesini beklerken ben de bunları düşünüyordum ve eğer isterse ondan bana hikâyesini anlatmasını isteyecektim. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum ve bu, onu tanıma isteğimi daha da körüklüyordu. O derece çekici biriydi ki onu tanımadan onu bırakamazdım. Bırakmam gerekebilirdi ancak ben, onu tanımadan onu bırakabileceğimi sanmıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐊𝐢𝐬𝐬 𝐨𝐟 𝐭𝐡𝐞 𝐑𝐚𝐛𝐛𝐢𝐭 𝐆𝐨𝐝
FanfictionKiss of the Rabbit God / Seonghwa x Hongjoong / Fantastik, Tarihi, Angst /+17 / 5.409 Kelime