Kan kusup kızılcık şerbeti içtim dermiş insanlar. Bense kırmızılara boyanmış avuçlarımı gösterip; "Bak, nasıl da kan kusmuşum ama. İğrenç, değil mi?" derim. Kızılcık şerbetinin de ne olduğunu bilmem zaten. Saklamam kan kustuğumu insanlardan, onlar da aptal değiller ya zaten kızılcık şerbeti içmediğimi bilirler. Babam aptaldır, ona kızılcık şerbeti içtim o yüzden kustum dersem, "İçmeseydin" diye tersler beni. Ben de zihnimin içindeki eski püskü, paslı sandığın içine bir sandık daha ekler babamı, sürükleye sürükleye getirdiği tahtını ve çirkin tacını oraya kilitlerim. Anahtarını da yutmam, orta okullu gençlerin takıldığı parkın gölüne fırlatırım. Sandık içinde sandık olur babam.
En yakın arkadaşım, ilk aşkım Sehun yuvadan uçtuktan sonra ben de uysal, bitli sokak kedisi arkadaşlarıma veda edip yollara düştüm. Sırtımda kanatlarım olmadığından uçamamıştım yuvadan.
Bavulum Sehun'a hazırladığımız bavuldan daha hafifti. Aç kalmayı göze alarak biriktirdiğim harçlıklarımla aldığım en güzel yabancı kitaplar, üç tekerli uzaktan kumandalı sarı yarış arabam, Sehun'un giderken gizlice cebime bıraktığı yusyuvarlak yeşil taş ve gizli geçidin çevresinde bulduğum uysal bitli sokak kedisi bıyıkları vardı bavulumda. Annem ne olur ne olmaz diye kıyafet koymuştu, ihtiyacım yoktu ki onlara.
Cüzdanımda biraz banknot, biraz bozukluk bir de Sehun'un yazmayı öğrendiği gün adımı yazdığı kağıt parçası vardı.B'si kocaman, y'nin kuyruğu upuzundu. Bindim kocaman otobüse, büyük şehirlere gittim. Babamın işsizliği sonucu zorunlu olarak götürüldüğüm ve hiç sevmediğim mahallede çalışacak iş yoktu çünkü. Babam, Sehun gibi üniversiteye gitmemin gereksiz olduğunu ve çalışmak zorunda olduğumu söylemişti bir akşam yemeğinde, büyük şehirlerde. Yemek bitse de gidip uysal, bitli sokak kedilerini beslesem diye düşürken hem de. Ağlamamıştım o zaman buna, herkesin gittiği üniversiteye ben gitmesem de olurdu. Takım elbiseli, gıcır gıcır siyah çantalı, mutlu mahalle okulunda öğretmen olmayı hayal etmemiştim zaten hiç. Ben de aldım ufak bavulumla cüzdanımı, büyük şehirlere işçi olmaya gittim.
Az gittim,uz gittim,
Dere tepe düz gittim,
Çayır çimen geçerek,
Lale sümbül biçerek,
Soğuk sular içerek,
Altı ayla bir güzde,
Bir arpa boyu yol gittim.Biz, ben küçücük bebekken büyük şehirlerde yaşarmışız. Sonra babam o mahalleye götürmüş bizi kamyonla, kamyonun arkasında evimiz varmış. Ben, şimdi büyüdüm ve bavulumda evimle büyük şehirlere geldim yalnız başıma. Otobüste hep ağladım. En yakın arkadaşım, ilk aşkım Sehun'a ağladım, öksüz bıraktığım uslu, bitli sokak kedilerine ağladım, gacır gucur park seslerine ağladım, bulamadığım dördüncü tekere ağladım, koskoca on iki yılın üzerine ilk kez bebek gibi ağladım. Sehun yanımda olsaydı bana sevgili olmayı öğrettiği gibi ağlamanın nasıl durdurulacağını da öğretirdi. Ama o artık çok uzak diyarlardaydı. Cep telefonu vardı ama bizim evi bir kez bile aramıştı.
Oysaki sağ elinin bileğine telefon numaramızı yazmıştım.
İş bulmak hiç kolay değildi büyük şehirlerde. Ev bulmak da öyle. Bazen parklarda uyudum, bazen otobüs duraklarında. Çok param olmadığından az yemek yedim, tombul değildim ama en az on kilo verdim. Önce iş buldum, yoruldum. Yorula yorula çalışıp aylarca para biriktirdim. Bu sefer biriktirdiğim paralarla kendime en güzel yabancı kitapları alamadım onun yerine bir ev tuttum ve kendime bir yatak aldım. Tasarruf olsun diye bir de ev arkadaşı bulmuştum. Ev arkadaşım, Jongin, ikinci en iyi arkadaşım olmuştu.
Hiç hayalini kurmadığım takım elbiselere ve gıcır gıcır çantaya küserek öğretmen olmak yerine bir araba tamircisi olmuştum. On sekizinci yaşımı da araba tamircisi olarak bitirirken hep kan kustum. Asla kızılcık şerbeti içtim demedim Jongin'e. "Bak," dedim "Nasıl da kan kustum yine. Çok iğrenç değil mi?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
eski püskü, paslı sandık •chanbaek•
FanfictionHer şey üç yaz önce başladığında lavanta tarlaları diye bir şey yoktu. Jelibon'un anısına...