Nikki ve Soda için.Jeon Jeongguk gönlündeki ağırlık ile irkilerek uyandığında rüya ile gerçeği ayırt edemeyecek denli özlem duyduğu Yorkshire'daki yatak odasında olmadığını fark etti. Görüşü netleşene değin bir süre bakışlarını boşluğa dikti. Daha sonra civarı inleten tabak çanak gürültüsü kulaklarını doldurduğunda nerede olduğunu çabucak hatırladı. Tepede dört tavan pervanesi dönüyordu ve Jeon Jeongguk, Seul'deki dairesinin hemen çaprazında bulunan Café Hamsa'da favori masasında oturuyordu. Mekana giren insanların onu rahat bir şekilde görebileceği fakat mesafesi ile o o gizemli imajını koruyabileceği tek kişilik masada... Rüyasında ona ikram edilen frambuazlı müthiş çöreklerin yerine önündeki tabakta yalnızca bir dilim kızarmış esmer ekmek, tereyağı ve sade kahve vardı ve her şey buz gibi olmuştu. Ne büyük bir ziyan.
Yaz sonuydu, kafenin içi akıl almaz derecede sıcaktı. Gömleğinin kollarını bir balıkçı edasıyla dirseklerine değin sıvayan Jeongguk o sıra yeniden ve özlemle Yorkshire'ı anımsadı. Burada mutlu olmadığından değildi bu özlem. Esasında Yorkshire'ı özlediği de yoktu.
Aslında Jeon Jeongguk söz konusu yaz ve yaz sonu olduğunda sokağa çıkmazdı, çıktığında ise çevreyi kolaçan edebilmek adına kendine uygun, temiz ve gölgede bir bank seçer, orada sabah gazetesini okurdu. Zira kendisi -her ne kadar kırsaldaki aile çiftliğinde sefa ile yaşıyor olsa da- Kore Savaşı sebebiyle 1952'yi nekahet döneminde bir çocuk kadar ehvamlı geçirmişti ve bu da onu sıcağa karşı bir tür antipati duymaya zorlamıştı. Halbuki gökyüzünün çocuğu olduğunuzda sümük donduran soğuklarla ve dengenizi altüst eden fırtınalarla kardeş olurdunuz. Güneş ise endişelenmeniz gereken son şey olurdu.
Bir pilot olarak Jeongguk'un korkulu rüyası Sahra Çölü'nün ortasında mahsur kalmaktı...
Sono Osato posterinin bulunduğu duvara dayalı olan masada hiç sevmediği o politikacı herifleri görünce derin korkularını düşünmeyi bırakarak ister istemez yüzünü buruşturdu. Bu herifler yalnızca kendilerini bir domuz gibi besleyen ve ısıtan kurumlara boyun eğer, gerekirse fakirin elinden kemirdiği kuru ekmeği dahi çekip alırlardı. Elle sayılır tek eylemleri bu olmakla birlikte yardım kuruluşlarına veya düşkünler evine dil uzatmakta üstlerine yoktu. Kendilerinden bir kademe altta olan insanlara dayanamazlardı ve Jeongguk bu insanlara hürmet etmek zorunda kaldığı her gün için kendine derin bir öfke duyardı. Garsona bahşişini bıraktıktan sonra paltosunu kapıp hışımla masasından kalktı ve kafeyi gözle kaş arasında terk etti. Çünkü Jeongguk aslında böyle biriydi. Yorkshire'ı özlüyordu, zira amansızca gönlünü kaptırdığı kadın orada yaşıyordu; Politikacılardan iğreniyordu, zira ziyan olan öz babası da esasında bir politikacıydı. Genç adam yüzünde taşıdığı hüzünle botlarının tabanını kaplamış çamurun yapış yapış sesini dinlerken kalbini doldurmakta olan tüm duyguların birer boşluktan ibaret olduğunu, zihninin ise ayağının altında ezilmekte olan çamurdan çok daha kirli olduğunu hissetti. Sinirini her daim işini yapmakta olan politikacılardan çıkardığı için varlığının ezikliğini duyumsadı, kaşları alayla çatıldı. Ne hissettiğinden, ne düşündüğünden veya ne istediğinden tam anlamıyla emin olamamak bu kadar zor olmamalıydı.
Jeongguk taş kaldırım boyunca neredeyse hiçbir şey düşünmeden hızlı hızlı yürüdü, ardından aklına yarım bıraktığı bir Fitzgerald öyküsü düştü. Bırakın kaçıncı sayfada kaldığını, kitabı evin hangi köşesine bıraktığını dahi hatırlayamıyordu. Zavallı aklını bir anda birden fazla şey ile tutarsızca doldurmaya çalışma çabası onu daha da zavallı hissettirince Jeongguk dişlerini sıktı. Kendinden ve binbir düşünce ile dolup taşmakta olan zihninden kaçmak istercesine adımlarını daha da hızlandırdı, şimdi hafifçe koşmakta ve yanında sıyrılıp giden insanlara çarpmaktaydı.
Dairesinin bulunduğu apartman girişine vardığını adını haykıran oldukça tanıdık bir ses sayesinde sarsılarak fark etti. Eğer dış etkenler bu denli dakik olmasaydı, muhtemelen sık sık yaşadığı bu dalıp gitmeleri sebebiyle gün sonunu dahi getiremeden, komik bir şekilde ölüp giderdi. Elinde telgraflardan oluşan bir yığınla kapıda beklemekte olan postacıya cehennemi görmüş bir zındık edasıyla bakıyordu fakat postacı hafif tebessümünden ödün vermedi. ''Bay Jeon,'' Sesi keyifli bir melodiyle adeta şakıdı, oldukça yaşlı bir adam olsa dahi gereksiz beyaz dişlere sahipti. Tüm bu ayrıntılar Jeongguk'u fazlasıyla öfkelendirmişti. ''Ben de tam faturalarınızı teslim edecektim. Buyrun...'' Postacı, bizimki ile arasındaki mesafeyi kapatırken bakışlarını onun çamura bulanmış pahalı ayakkabılarına indirdi, paçaları sırılsıklam olmuştu. Jeongguk yine ağzını açıp konuşmak için derin br nefes alan postacının gevezelik yapacağını bildiğinden, fatura ve telgrafları elinden koparırcasına çekip aldı ve iyi günler dileyerek dış kapıya yöneldi, neredeyse korkutucu bir hızla ceketinin cebinden anahtarlarını çıkardı. Olduğu yere çakılıp kalan zavallı adam ağzını kapatmaya fırsat bulamadan aldığı nefesi geri verdi, yüzündeki yersiz tebessümden eser kalmamıştı şimdi.
...
Times editörü yeni kitabını tanıtmak amacıyla Patti Smith'den şu şekilde bahsediyor:
''Patti Smith anılarını, hayal dünyasını, bir bardak koyu kahveden ya da bir Murakami satırından aldığı hazzı bir araya toplayıp kelimelerle tutturuyor. ''
Demem o ki, Times editörü ile tanışıyor muyuz, yoksa ben Patti Smith miyim?