Isparta’dan ayrılacağımıza yakın annem vakitlerini çoğunu Mevhibe teyzeyle geçirmeye başladı. Aralarında çok kuvvetli bir muhabbet bağı, bir gönül birliği vardı. Şimdi hatırlıyorum da o günleri, ayrılıktan ürperen gözlerle bakıyorlardı birbirlerine. Annemin gözlerinde gizli bir çaresizlik; Mevhibe teyze annemin sevdiği bir maniyi ezgileyerek katılıyor o çaresizliğe: “Yara yeri, Sızıldar yara yeri. Kervan göçtü, Yol etti, Yalvararam yara yeri, Ne sende od tükendi, Ne bende yara yeri…” Isparta’daki biricik arkadaşım Canan’la ben, Mevhibe teyzeden Gülcü Kızlar’ın hikâyelerini dinlemeye doyamazdık. Mevhibe teyzenin sanki yüzlerce serçeyi yüklenmiş gibi tatlı, sevimli sesi hâla kulaklarımda: “Güller ya gün doğmadan ya da akşam serinliğinde toplanır, amma kızıl gül bağında hava daima leylâk rengi, tatlı bir akşamdır. Gülleri yalnız gülcü kızlar devşirir; nazlı gülün tabiatından onların narin parmakları anlar ancak. Güllere ülfetini derinleştirdikçe gülcü kızlar, güller muhabbetin terini gülcü kızların ellerine bırakır. Gül çamuru derler o terre. Oysa hakikatte çamur değil, muhabbet nişanıdır o. Gülcü kızlar gül çamurunu zar gibi bezlere sarıp koyunlarında saklarlar, tenleri gül gibi koktukça gülün esrarına karışmış gibi bahtiyar olurlar…” Canan not alırdı Mevhibe teyzenin her anlattığını. Öyle benziyorduk ki onunla birbirimize; bir şiirin dizeleri gibi… kader bu beraberliğin örgüsünü dağıtmadı uzun zaman; Canan’la ben İstanbulEdebiyatı kazanıp Isparta’dan ayrıldık. Yeni tayin haberi annemle babamı Kütahya’ya uğurladıktan sonra, biz de Canan’la İstanbul’a gittik. Öyle çekilmez acıların günleriydi ki o günler, kalbim nasıl dayandı, bilmem. Annem hiçbir vedaya dayanamaz. Böyleyken Kütahya’ya gideceği vakit ne kadar metin görünüyordu. Yalandı. Benden ayrılır ayrılmaz yıldırım gibi kalbine düşecek acıyı gizleyen bir buluttu.