Bölüm, 1

19 2 2
                                    

"Belki de hayatımızı değiştirecek insan, yolda yürürken sessiz sedasız geçmiştir yanımızdan."
Tolstoy



İthaf

Bu hikaye kalabalığa karışamamışlara," hiçbir şey yaşamamışlar"a, ağlamak için gözden yaş akıtmamış ama içinde bin deniz tutanlara, sokaklarca koşup bağırmak isteyip sadece içinde sesinin yankılanması yasal olanlara, geceye, gündüze ve en çok da yazılmayı hak eden herkesinki gibi senin hikayene... Bir yerlerdesin ve bu satırları okuyorsun, seni yazdım belki de bilmiyorsun. Kendini bul, burada ya da bir yerlerde. İçinde bir kahraman taşıyorsun ve bunun farkında bile değilsin. En çok da bunu fark edeceğin o güne.





*Yukarıdaki müzikle okuyabilirsiniz^^
İyi okumalar.






Yapma be Süreya, dedi kendi kendine öyle sitemli ve kaşları kendi kendinin bile farkında olmadan ona çatılırken. Bu ilk değildi, son da olmayacaktı ya. Bu yürüdüğü, çıktığı, koştuğu ya da asla içmemesine rağmen aylak aylak, yanlış yerlere sapa sapa gittiği ne ilk bayırdı ne de sonuncusu olacaktı. Acele etmek keyfine kalmıştı ama tuhaftı da bu yaptığı. Onun işi buydu bir kere, tesadüflere yetişmesi gerekiyordu.
Acele etmeden tesadüflere yetişmek.

O ceketinin yakasına kafasındakileri ilikler sonra üzerine bir hiç kimsenin parfümünden sıkar ve gizlenerek karışır insanların arasına. Kokusunun sindiğinde onu oradan ona yetecek kısa bir an içinde silmek istemeyeceği bir yer bulursa orası aradığı olur. Durur, avını kandırır ,ona kendine taktığı ismiyle eksiltili bir selam bile vermemişken avının ruhundan bir parça söker alır, bir "hoşça kal" bile demeden ansızın gider arkasına bile bakmadan. Ardında kalan bedenin umrunda olmaz başta ama ruhu ilk anda duyar. Ruhu eğer zarifse biraz, sızlar acır ve gün geçtikçe unutur. Ve asıl kötülüğü Süreya'nın ardında kalanlar yapar, Süreya'yı unutarak. Av, hançerini unutur ve demir kırk yerinden pas tutar.

Unutmak, bir insanda ufak bir yara açmadan öldürmenin en sessiz ve yasal yoluydu. Süreya bir kalpe daha unutulur, bunu hissetmeden binlerce kez ölür. Her unutulanın unutulduğu kalpte başına gelen de buydu, Süreya' ya özel değildi. Alışmıştı buna. Kaçıncıydı saymayı bile bırakmıştı. Yalnızca ilkinin yeri vardı bir yerlerde. Bir kafesin batan demirleriydi ilki. Düşündükçe parmaklarını avcuna gömmesine sebep olan, en içine gömülü o kafes demirlerinin pası hâlâ damağındaki en güzel zehiriydi. İlk unutuluşu, ilk vuruluşu ve ilk kez kendi kanını başkasının ellerinde gördüğünde patavatsızca memnun olması... Öyle patavatsızdı ki bunu kendi çıkarına çevirip altına imzasını atmış, satmıştı. Öldürdüğü kalplerle çürüyen duygusuzun teki.

Süreya kolları, bacakları, koyu kahve arasında ufak tutamları kehribarımsı saçlara ve yıkık dökük aptal bir zihne sahip maktüldü. Ruhu ceset kokan , arada içerilerde hâlâ açmak isteyen tohumların can çekiştiği ama en fazla birkaç insandan sonra kendi canına kıyan tohumların yaşamayı bir türlü beceremediği kurak, lanet bir topraktı. Böyle doğmuş, bu halde emeklemiş, yürümüş ve büyümüştü sanki. Oysa onun yerinde başkası olsaydı asla Süreya olmazdı. O olmuştu, kendi kendini olması imkansıza teslim etmişti, daha doğmadan.

Elleri ceplerinde, onu güzel görmeye çabalayanların kısık gözlerinden nefreti yok yere çıkarmış ve bu yoktan nefrete burun kıvırmış, "ee ne olmuş bu Süreya'dan, bu kadarı gelirdi zaten" dercesine kendinden ümidi kesmişti, kocaman dünyanın kabul edemediği, üvey bir evlat kadar bile sevmediği umursamazının biriydi. Trajedi ya, Süreya da dünyayı sevmezdi. Yüzüne bakmayan o kusura bir de bir iş beceremeyen kalbini mi emanet edecekti. Bu ne cüret. Bir küfür gibi. Onu sevmeyen koskoca dünya olsa ne olurdu, bir insanda görmüşken nefreti ve de görmüşken kendinde her türlü ruhsal belayı. Hem kendini de sevmezdi ki Süreya. Kendini sevemeyen biriyi kimsenin nefreti de üzmezdi. Eğer o biri Süreya'ysa hele ki... Meşgul olmazdı bunlarla. Kendi kavgaları, kırılan çerçevelerinin yontulmamış köşeleri, bağırışları vardı. Bunların yanında dünyanın ne önemi vardı?

İçten içe kendiyle konuşmaktan kafayı yiyor ama o kafaya hâlâ birilerinin girip kendi kendini de öldürmesine izin vermemeleri için onlara yalvarıyordu sanki. Biliyordu, her gelenin ona bir "son"la geldiğini. Bu sonu onlara kendi elleriyle verdiğini. Sanki "ben arık kendi canımı almaktan yoruldum, birileri yapacaksa siz yapın; ellerim tutmuyor artık yalnızlıktan" der gibiydi. İnsanlar da gocunmadan yapıyordu bu işi. Kendilerine de kan sıçrıyor yanlışlıkla, onların da canı yanıyordu.
Canı yanmak.
Yanmak.
Sonra Süreya yazıyordu. Hiç yaşamamışçasına. İçine ruh yerine beton dökmüşlerdi sanki, başkasının olsaydı bu hayat paramparça olurdu kim bilir. Onun ise değil gözleri yaşarmak, eli bile titremezdi. Kendi kanını oluk olup tüplere döküp katilleri yazıyordu o. En başında da kendisini. Bundan para kazanıyor ve dikiş bile tutturmadan yoluna devam ediyordu.

O arkasında kalanlar gibi -Süreya'ya göre- aptal değildi. Unutmuyordu.
Süreya'nın sadece kendi canına kastı vardı. Ve de dünyasına. Geçinemiyordu içeridekilerle. Bu yüzden kafasındakileri satmaya çalışıyordu, tesadüfen karşılaşıp ona birkaç an kazandıran insanların ilham verdiği hikayelerle.
24 yaşındaydı. Kendi kendine sorular sorarken absürt absürt cevaplar arasında "hiçbir şey yaşamadım" derdi. Kendine bile anlatamazdı, yalanlar söylerdi. Kendine bile güvenmez, kibirlenirdi. Onlarca hayatından def olan insan kim bilir ne kadar gülüyordur halen daha, Süreya'nın haline. Oysa Süreya kendi haline bile gülemezdi. Gülmezdi de. Dudakları ok gibidir onun, kıvrılınca dıştan zannedilen o tatlı, kibirli canına batardı sanki.
Onun elleri cebinde, aklı ya da artık ne kaldıysa kendi halindedir. Herkesi kendi halindedir. Bir isyan şehridir içi lakin bir söz bile firar etmez sınırlarından dışarı. Kavgaları bile sadıktır ona. Tuhaf, tutarsız, acımasızdır. Duvarlarını örer, kimseyi içeriye almaz ama o duvarın tepesine çıkıp dışarıyı da izlerdi. Bir kağıt çıkarır ve yazardı. Başını kaldırıp onunla bakışması için seçtiği insanları. Bu akşam vakti o duvarın tepesine çıktığı vakitlerden biriydi işte.

Birazdan yine bir yere gözü kapalı, ruhu bilmem kaçıncı kabusunda, kafası yerin altındayken bir yere girecek. Biriyle rastgele tanışıp ona kendini uyduracak. Ondan bir hikaye alıp onun şahdamarını sökmüş gibi bırakacak ve uydurduğu adamın yalnızca bir ismiyle onu bırakıp gidecekti. O hikayeyi satacak ve biraz para kazanacaktı. Adı ise bir harabeyi omzuna yatırıp onun yaşlarını kurutacaktı. Veyahut devam edeceklerdi hiç yaşanmamışçasına.
Süreya'nın her anı gibi.
"Hiçbir şey yaşamadım," der ya Süreya. O sokağa girip gerçek ölümün eşiğine gelene dek bir tokat yememiş olduğunu anlayacaktı hayattan.

Ve o hâlâ elleri cebinde yürüyordu.

Kalabalığın arasında.











Bölüm sonu.

Davasız ve ÇalgıcılarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin