"Bir insan kibirli olmadan da gururlu olabilir. Gurur insanın kendisiyle ilgili, kibirse başkalarının bizimle ilgili görüşleriyle alakalıdır."
Jane AustenYukarıdaki müzikle okuyabilirsiniz*
İyi okumalar^^Kavgaysa kavga.
İlk kez bir tenin böylesine sert bir hamleyle yüzüne inişini hissediyordu. Önce bir eli cebinden fırlamış ve önüne siper olmaktansa sadece ona vuran kola tutunmuştu. Geri çekmemiş ya da karşılık da vermemişti. Ona inen darbelere yapamadığını ilk kez nereye vardığını bile bilmediği bir sokakta tanımadığı birine yapmıştı. Ona inen darbeye tutunmuştu. Kadife bir ceketin dokusu vardı bir avcunda, diğeri ise hâlâ cebindeydi. Gözlerini yummuş, elmacık kemiğindeki yoğun uyuşuk acının yüzüne dağılışını hissediyordu öylece. Yabancıysa durmadan tükürerek bağırıyor, bas bas bağırıyordu. Hiçbirini duymuyordu Süreya. Umursamıyordu. İnsanların ağzından çıkanı onların ağzına tıkmak isterdi her zaman. Katlanamazdı. Kayda değer değildi onların dedikleri.
Anın şokuyla kalakalmıştı bedeni. İlk defa kalabalığın içinden biri ona çarpıp gitmektense onu geçerken devirmişti. Devrilmişti! Ela gözlerini bu koca herifi görmek için araladığında sadece kirli sakalları seçebilmiş sonrasında ağzını açık bırakan bir tekmeyle aniden gerçekten devrilmişti. Nedenini bilmediği bir davanın cezasını çekiyordu bir yabancıdan. Buz gibi asfalta sırt üstü düştüğünde kaburgalarına keskin bir acı saplandı. Bir teneke ya da bira şişelerinin kırıklarına düşmüş olmalıydı. Sızıyı hafifletmek için acıyı başka yerlere dağıtmaya çalıştı, dudaklarını ısırarak ve de hâlâ cebinde olan elini yumruk yaparak.
"Kimsin sen!?" Ağzından kanla karışık akan sözler ağzında patavatsız bir gülüşle çıkmıştı. Dişlerinin arası kanlanmış, nefesini düzene sokmayı bile denemeden sadece cenin halde yerde yatıyordu. Gözleri sürekli kararıyor haline kahkaha atmamak için zor duruyordu. O da kendini bir korkuluk zannediyordu, böyle hafif korkuluk mu olurmuş? Bir kavgayla tepetaklak olan... Bir çift siyah ayakkabıyı seçebildi, yüzünü yukarı doğru çevirdiğinde oldukça uzun biri olduğunu fark etti. En sonunda yüzüne ulaştığında sağ gözünün altında çakı izli, kirli sakallı; muhtemelen kafası kalabalık ve orada şiddet yasaktı. Bu yüzden içinde tuttuğu hayvani öfkeyi dünyanın bile haberini kestiği Süreya'ya özgürce tükürüp içinden atmak istemişti. Süreya'nın hoşuna gitmişti bu, birinin onu fark etmesi ona aptal bir keyif vermişti. Belki de yeni ilhamı bu adi herif olabilirdi. Kader ona bu dayağı yedirerek yeni hikayesi için bir konu da vermiş olabilirdi. Şöyle bir süzdü onu yazar gözüyle. Pek doğru bakamamıştı gerçi, elmacık kemiğindeki şişlik gitgide belirginleşiyor ve önüne bariyer oluyordu.
"Bakma öyle bakma, diğerini de indireceğim!"Adamım öfkesine karşı içinden katıla katıla gülmek geliyordu. Hatta öyle ki karşısında hırlayan koca bir hiddete gülerek bağırmaya başladı.
"Kimsin sen dedim sana!" Adam önce karşısındaki Süreya'yı anlayamadı. Sonra ise yakasından tuttuğu gibi ayağa kaldırarak arkalarındaki dibinde çöplerin yığıldığı duvara onu çarptı.
"Belanı mı arıyorsun sen oğlum!" Ve o hayvani güç Süreya'nın bedeninde kendini kanıtladı.
Buğulanan camların üstüne perdeler çekildi ve kendini kaybetti. Ancak yakasını bıraksa da, karşısındaki bilincini kaybettirmesine rağmen adamın delirmişçesine onu dövüşünde inen her darbeyi hissetti.
Yoğun çöp kokusu tekrar duyup kusturmaya başladığında kendine gelmeye başlamıştı. Adam gitmişti. Süreya yüzü, boğazı ve de kabanının yakalarına akıp çoktan kuruyan kanlarıyla; buruşturulmuş bir kağıda dönen bedeniyle tek başınaydı. Dikleşti, ağzına ansızın yoğun metalle karışık tükrükler dolmaya başladı ve çürük kokularının midesindeki bulantısıyla karışınca başını çöpe çevirip kusmaya başladı. Kustukça karnının üstünden basılıp geçiliyordu sanki. Nasıl da benzetmişti onu. Böylesine kusursuz bedensel acıyı tattırabilen birinin kafasının içinde kendine neler yapabileceğini düşünmek istedi. Kendi tuhaftı lakin diğerlerinde aptal bir tuhaflık vardı. Üstelik acınası.
Kocaman boyuyla dizlerinin üstüne çökmüş, bir eli midesine siper halde içini kanlarla boşaltırken şakağındaki sızıya boştaki eli gitti. Ufak bir yara ve kurumuş kan.
Sorun değildi. Alayla sırttı.
Arkasını çevirip içindeki kanla, yüzüne fırlatılan öfke nöbetlerini çöpe bırakırken insanlar onun ardında hayatlarına devam ediyordu. Ne yani, diye düşündü Süreya. İnsan yalnızca bedeni dövülürken mi sesini duyurabiliyordu, ruhun tek günahı dilinin olmaması mıydı? Kalabalık gerçekten bedenlerin bir uydurması, ruhu dışlamak için yarattıkları bir kurmacaydı. Ve onların arasında yalnızca kanınız kuruyana dek olabilirdiniz. Bundan mı insanlar hep yara aldıklarına birbirini inandırmak istiyordu. Yara alan kendini unutturmuyordu belki de. Oysa asıl darbe içerideydi, belki de ruhun gerçek günahı "içeride" olmaktı. İçeride olan, bedenlerin konuştuğu yerde, içeride kalmak ve sineye çekilmek zorundaydı.
Gece ilerledikçe soğuk daha da artıyordu, ayağa kalktı ve burnunu çekti. Sarsak, sancılı adımlarla önünü bile tam seçemeden kendini sokağın ucunda küçük bir yere fırlattı. Önceki hayatlarında alışık olduğu cırtlak ışıklarındansa beceriksiz yanan, loş ışıklı bir yere girdi. Kapısında kimse dikilmiyor, hesap sormuyordu. Demek burası kendi gibilerin kendini "fırlattığı" yerdi. Hoş. Böyle yerler de vardı demek.
Önünü yarım yamalak seçerek birine çarpmadan ilerlemeye çalıştı. Ellerinden birini cebine attı, diğeriyle belli belirsiz birine çarpmamak için etrafı kolaçan ediyordu. Birden eli bir omza çarpmış gibi oldu. Soğuk, boğuk ve soğukta dövüldükten sonra bayılı yatmaktan puslanan sesiyle beceriksiz bir halde "Pardon, bazen göremiyorum," dedi. Bunu hep söylerdi. Kime çarpsa hep "görmezdi". Bu içten içe onlara karşı bir iğnelemeydi. Bu lafın gelişi özre çoğu zaman karşılık almaz, aldığında da "hıhı" gibi geçiştirilirdi. Fakat bu sefer kulağının dibinde patlayan bir kahkaha ona eşlik etmişti. Şişk gözleri irice açıldı ve hemen yanı başında birini seçebildi.
"Özür dileme askılıktan, orada kimse yok." Sert duman kokusunu duyumsadı sesin geldiği yerden. Yavaş yavaş kadının dediğini anladığında utanmadı. "Biliyordum,"dedi. Bilmiyordu.
"Özrü hak etmesi için yaşıyor olması mı gerekiyormuş?" Diye sordu cüretkarca. Süreya'nın bu altta kalmaz tavrına şaşıran kadın parmaklarındaki zehri masada öldürdü ve rastgele arkaya fırlattı. "Güzel cümleymiş, kim söylemiş?" Kadının arkasından süzen loş sarı, spot ışık kadının kızılla karışık simsiyah saçlarını parlatıyordu. Yüzüne dikkatli baktığında göz altlarına akan kirli ve siyah makyajı daha iyi fark etti. Dudağının bir kenarından sağ yanağına doğru uzanan ruj izini fark etti. Koluyla rujunu silmiş gibi bir izdi bu. Gözleri koluna gitti ve tenindeki ruj kalıntılarını seçti. Kadın eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret etti. Karşısına geçip oturdu Süreya. Hâlâ yanıt vermediği o soruya "Kimse dememiş, biri yazmış," diyerek cevap verdi.
Kendi yazmıştı bunu.
Önceki hayatında.
Kadın kaşlarını kaldırdı, makyaj kalıntılarıyla örtülü mor halkayla gölgeli yeşil gözleri yorgundu. "Yazanı tanır gibiyim sanki," dedi. "Tanıman imkansız."
"Niye benden önce ölmüş bir şair mi yoksa?"
"Herkesin kafasında öldürülmüş bir yabancıymış." İğneleme sırası kendine gelmişti.Onunla böyle kelime oyunları yapmak ve onun haberi olmadan kendiyle konuşmak hoşuna gitmişti. Az önce yediği dayağı birkaç dakikalığına unutmuştu. Bu, öfkeli adamdan daha çok ilgisini çekmişe benziyordu.
"Birinin kafasında yok olmak yetmemiş demek ki, ne bencilin biriymiş." Süreya bunu beklemiyordu ancak hemen toparladı.
"Yaşarken birine bile sığdıramamışlar da ondanmış." Kadın, bu cevaba teslim oldu ve devamını getirmedi. Ya da sadece istemedi. Süreya böyle eli boş kalışlara bayılırdı. Duvarının tepesinden attığı ok tam hedefini vurmuş gibi ukala olurdu. İnsanlarla böyle onları kıskıvrak susturarak dalga geçmeye bayılırdı. Onlara, kalabalıktan biri olmalarının bedelini ödettiğini hissederdi. Onları ezmek, bir yok oluştan ibaret gördüğü varlıklarını doldurdukları boş cevapları karalamak hoşuna giderdi.
"O da zamanında senin gibi hırpalanmış mı?" Burnundan güldü Süreya.
"Ama hiç kan kaybetmeden yürümüş bu hayatta." O an kendiyle alay etti. Az önce kustuğu oluk oluk kanların lekeleri içinde hâlâ böyle umursamaz halde kendine yalan söyleyebiliyordu. Karşısındaki kadının "şair" zannettiğinin kendi olma ihtimalini yok etmek ister gibi söylemişti böyle."Aysel'im ben," dedi aniden kadın. Bu onun adı mıydı, bundan mı ibaretti? Sakince kadının gözlerine baktı. Sol kaşı hafifçe havaya kalktı Süreya'nın.
"Sadece Aysel?"
"Şair olmayan Aysel," deyip önündeki boş bardağın ağzında parmaklarını gezdirmeye başladı. Bardağın yüzeyinde parlayan aksine konuşur gibi "...doğmadan kurduğu hayalin karşılığını bu hayattan alamayan bir de üstüne geri dönemediği cennete de inanacak gücü kalmayan Aysel." Burnundan alaylı güldü, gözlerini parmaklarından kaldırarak Süreya'ya baktı tekrar.
"Bu "sadece Aysel" eder mi?"
"Bilmem, yaşamadan bilemem." Senin içinden sana bakmadan bilemem. Seni yazmadan sana anlatamam. Cevap veremem. Henüz.
Süreya başını hafifçe öne arkaya salladı, dediğinin hakkılığını savunurcasına. Bu defa aksiyle konuşma sırası Süreya'ya gelmişti. Kadına baktı ancak kendine "yazılacak hikayenin kahramanı 'sadece bir Aysel'" diye fısıldadı.
Sadece Aysel.
Bu çok şey edecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Davasız ve Çalgıcılar
Ficção Adolescente"Birazdan yine bir yere gözü kapalı, ruhu bilmem kaçıncı kabusunda, kafası yerin altındayken bir yere girecek. Biriyle rastgele tanışıp ona kendini uyduracak. Ondan bir hikaye alıp onun şahdamarını sökmüş gibi bırakacak ve uydurduğu adamın yalnızca...