Hava karardığında kendini boş bir tiyatro salonuna attı Jimin. Islanmış kül rengi saçlarını eliyle karıştırırken girişteki kırmızı, gösterişli koltuğa bıraktı bedenini. Kemikleri sızlıyor, uyuyup bir daha uyanmamak istiyordu ve eğer öyle bir şey olursa bugünü gerçekten şanslı biri olarak bitirmiş olurdu işte.
Koltuğun sırtına düşen kafasıyla beraber göz kapaklarını da indirdi. Eli buruşmuş kolunun üzerinde gidip gelirken titrek bit nefes saldı salona. O kadar sessizdi ki etraf, göğsünü döven organın sesi her yere yayılmıştı.
Ayağının yanında duran sırt çantasına uzanıp ön gözünden kaset çalarını çıkardı. Geri eski pozisyonuna dönerken kulağında takılı kulaklıkları ve elindeki kasetçalar ile bir nebze de olsa düşüncelerinden soyutlanabilmeyi diledi. Ama şarkının başlaması ile göz kapaklarında beliren siluet, kaşlarının bir anlığına çatılıp geri gevşemesine sebep oldu.
Genç bir çocuğu andıran bu silueti geçirecekmiş gibi sertçe yutkundu.
Flu görüntüsünden kim olduğu anlaşılmayan görüntü daha da silikleşmeye başlarken önce gözleri kayboldu. Yavaş yavaş dudakları da kaybolurken boynunda ışıldayan zincir parçasını gördü Jimin. Ucundaki metale işlenmiş ateş böceği sembolünün altında iki harf kazılıydı ama o kadar parlıyordu ki okunması imkansızdı. Gözünü alan ışık gittikçe büyüyüp etrafı sarmaya başladığında artık karanlıktan eser yoktu, çocuktan da.
Saatler sonra boynu tutulmuş bir biçimde uyandığında ter içindeydi, şakaklarından akan damlalar birer dikenmişçesine tenine battığında içinden serin bir titreme geçti. Omurgasından yükselmeye başlayan ateş de bütün bedenini ele geçirmek üzereyken yanaklarını iki eliyle tokatlayarak kendine gelmeye çalıştı ve buzlu camların ardında uyanmaya başlayan sarı devi gördü.
Evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa misali kasabada adımlarken birkaç saat öncesi ışıldayan gök, felaketin habercisi gibi kara bulutlarını toplamaya başladığında tiyatrodan bir hayli uzaklaşmıştı.
Gün batımına kadar etrafta deli gibi erzak toplamış sonunda bir akvaryumun önünde duraklamıştı. Toprağı döven iri damlalar çoğaldıkça saklanabileceği tek seçenek o görünmüştü gözüne. Gözünü örten ıslak kül rengi tutamları çekip binanın arkasına dolandı. Depoya benzeyen duvarın üstüne tırmanıp yerden kaptığı tuğlayı cama fırlattı. Tuzla buz olmuş aralıktan bedenini yere bıraktı, odanın tavanı çok yüksek değildi o yüzden biraz sendeleyip geri toparladı.
Burnunu gıdıklayan ağır pas kokusuyla yüzünü buruşturup odadan dışarı attı kendini. Kapı, büyük bir akvaryum koridoruna açılmıştı. Tavanı kaplayan mavilik bambaşka bir dünyanın kapısını aralamış hissi vermişti Jimin'e. Yüzüne yansıyan mavilik dudaklarının tatlı bir tebessümle yukarı kıvrılmasına sebep oldu. Dışarda dünya durmuştu ama bu devasa fanusların altında devam eden yaşam bu evrende asıl galibin kimin olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı Jimin'e.
"Doğa ana hakkı olanı geri aldı sonunda." Dediklerine delice sırıtırken kendi etrafında bir tur dönüp bir o tarafa bir bu tarafa delice yüzenleri izledi. Adil dünya bu olsa gerekti. Bunu bu mavi dünyaya bakmadan da pek tabii söyleyebilirdi. Sokakları, şehirleri hakimiyeti altına alan yeşil tanrı yukardan sırıtarak insanlığı seyrediyor olmalıydı.
Koridor boyu uzun uzadıya seyretti maviliğin her bir ayrıntısını. Koridor sonu geniş bir alana açıldığında ortada duran, bir zamanlar danışma olarak adlandırılan, masaya ilerledi. Bir yandan da meraklı bir çocuk gibi hareket eden ve ışıldayan gözleri fıldır fıldır etrafta dönüyordu. Masanın üstünde yarım bırakılmış bir kahve kupası duruyordu. Eli istemsizce bardağa uzandığında, soğuktan kızarmış parmaklarına yayılan mayhoş sıcaklıkla göz bebekleri irileşti.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
the last love ¦ jikook
Fanfiction"Bugünden önce milyon farklı şekilde ölebilirdik. Ve yarından önce de milyon farklı şekilde ölebiliriz. Ama savaşacağız. Birlikte vakit geçirebileceğimiz her an boyunca. İster iki dakika olsun, ister iki gün. Vazgeçmeyeceğiz. Ben vazgeçmek istemiyor...