çehresinde geçmişin izlerinden yâdigar kalan meyyus içindeki tebessümleriyle, hep sırtı dik fakat ruhları kambur kalmış o kadınlar. saçlarının kenarına çiçekler takılacak iken hayat sigara dumanında boğarak kan kusturmuş onlara. zihinleri en büyük yaralarını açmış avuç içlerine. ruhları o kadar güzelmiş ki onların, en derin şiirler bile gözleriyle çarpışsa sırtlarını dönerek giderlermiş. ama zannederlermiş ki yürekleri paslı ve kirli. oysa tüm kainat bir araya gelse birinin hayatın acımasızlığını sığdırdığı bakışlarına değişilmezmiş. derin derin iç çeker bazen balkon kenarlarında, bazen duvar köşelerinde bazen soğuk suyun altına titreyen bedenlerine sarılırlarmış. öyle iki üç satıra sığdırılacak alelade kadınlar değillermiş. aslında ıssız sokaklarda çok feryat etmek istemişler. boğazlarında ukte kalan hayal kırıklıklarına, babalarının kahramanları olamayışlarına, her gece uğradıkları mezar taşlarına, mezarları bile olmayan geride bırakılmışlıklarına, deli gibi sevmişken bir türlü sevilmeyişlerine, en çok da bir zamanlar aklının kuytu köşelerinde öldürdükleri küçük kız çocuklarına. ama sadece odanın bir köşesinde sessizce ağlarlarmış. çığlıkları dizilirmiş bileklerine. bileklerinde ki halatlar dolanırmış her gece boyunlarına. bazıları var ki hayat onları bir gözyaşına bile muhtaç etmiş. hissizliğin uçurum kenarları evleri olmuş. bu şiir gibi kadınların en büyük katilleri de şairleri olmuş. şairler şiirlerini hiç acımadan yakmışlar. sonra da onlar küllerinden doğmak zorunda kalmışlar. külleri karışmış geride bıraktıkları ruhların cenazelerine. bak anlatsan sığmayacak daha bir sürü yaşanmışlık, acı, kin ve nefret var. siz bu kadınlardan çok korkun bayım. çünkü onlar ruhlarının sönmek bilmeyen yangınlarında kavrulur hep. tutundukları tüm dallar ellerinde kırılır ve ateşi söndürülemeyen bir yangından daha acımasız bir şey yoktur. yandıkları kadar yakarlar.