-1-

339 18 3
                                    

Alarm ya da kapı zili.

İkisinden birinin çalınmasıyla uyanacağımdan emin olduğum bir pazartesi sabahıydı yine. Bugün bütün bu monotonluktan arınabilmek için, alarmdan önce uyanmıştım. Doğu her gün alarmdan sonra gelir, ya beni uyandırırdı ya da kahvaltıda bana eşlik ederdi. Bugün, ona uyanmış olduğumu göstermek istemiştim.

Masayı donatmış, üstüne üstlük bir de masanın estetik görünmesi için masayı on farklı açıdan incelemiştim. Normalde bu minik detaylara takılmaya bile üşenen ben, bu sabah bir canavara dönüşmüş olmalıydım.

İşte, zil sesi!

Ayıcıklı çoraplarımı, darmadağın saçlarımı ve pijamamı sergilemeye utanmadan kapıyı açmıştım. Doğu, benim için ailemden sonra güvenebileceğim ilk kişiydi. Bu yüzden samimi olmaya başladığımız ilk zamanlarda ondan utanmayı bırakmıştım.

"Yemek kokusu?" dedi bana anlamsızca bakarken.

"Tabi ki de kahvaltıyı hazırladım, hamarat kişiliğimi henüz tanıyamamışsın." diyerek somurttum ve kapıyı kapattım.

Sonbahar boyu üstünden bir kere bile çıkarmadığı, bu nedenle onunla bütünleşmiş ve yalnızca onun gibi kokan deri ceketi giymişti yine. Hafif erkek parfümüyle karışık buram buram onun gibi kokardı. Bazen bu ceketi giydiğim oluyordu, bu yüzden bu ceketin ceplerini ve o ceplerin içinde barınanları bile tanırdım.

Ceketi elinden alıp sandalyenin arkasına astım, mümkün olabildiğince narin dokunuşlarla yaptım bunu. Anlamsız bir şekilde o cekete değer veriyordum.

Mutfağa adımını atar atmaz suratındaki şaşkın bakışı tekrar ortaya çıkardı.

"Monotonluktan sıkılamaz mıyım? Bana öyle bakma." dedim ve buzdolabının kapağını açtım.

"Hadi otur da yiyelim." derken elimdeki günlük süt şişesiyle masaya gelmiştim.

"Ceren yok mu?" dedi.

"Belki de ben Ceren'im nereden biliyorsun?" dedim ve bana yolladığı bakışlardan yolladım ona. Ki bunu tam olarak yapamadığımdan kaynaklanan o "Bir ben değilsin bebeğim." bakışını atarken "O kadar da tanıyorum seni canım." dedi ve o da bana meşhur bakışından attı, yine.

Süt şişesinin kapağını açarken açıklamaya başladım.

"Annemin iş yemeği varmış. Cerenlerin öğretmenleri de grevdeymiş bugün. Ne hikmetse bir tek bizimkiler grev yapmıyorlar." dedim.

Süt şişesinin kapağını kapatıp tekrar kalktım ve şişeyi buzdolabına koydum.

Tekrardan oturduğum sandalyeye geçerken "Ceren de evde oturmak istemedi. Hem bilirsin, birazcık da midesine düşkündür. O da yemeğe gitti." dedim.

"Belki bizim hocalar da grevdedir." dedi elinde çatalla bana sorgular bakışlar atarken.

"Edebiyatçı dışında hiçbirinin gideceğini sanmıyorum, huzur evi gibi bir okulumuz var. Hocaların hepsi kırk yaş üstü." dedim kaşlarımı kaldırarak.

"İnşallah yoklardır." dedi. Güldüm. Onların bugün okulda olmamaları Ceren'in yemekten sıkılması gibi bir şeydi.

"Babam dün gece bil bakalım kaçta geldi?" diye sordum.

"Kaçta?" diye cevap verdi. Bu tip sorulara hep böyle cevap verirdi zaten. Soruyla.

"İki buçuk. Bu yeni rekoru." dedim.

Babam doktordu ve bazı günler böyle gecikirdi. Biz de Doğu'yla babam gelene kadar mesajlaşırdık. Dün gece Doğu'yu erkenden bırakıp uyumaya gitmiştim, bu yüzden haberi yoktu.

Gerçi bunu çoğu kez yapıyordum. Uyuyakalıyordum ve Doğu beni arayıp uyandırıyordu. O anlar ona sinir oluyordum.

"Bir önerim var desem." dedi Doğu.

Onun yapamadığı, ama benim çok iyi yaptığım şaşkın bakışlarımı attım ona. Çünkü o klasik biriydi. Heyecanı sevmezdi. Macera ona göre değildi. Bu yüzden iyi anlaşıyoruz.

Sesimi kalınlaştırdım ve "Söyle bakalım, evlat." dedim.

Buna her zaman gülüyordu ve onun gülmesi hoşuma gidiyordu.

O tarif edemediğim tondaki yeşil gözleri büyüyor ve yamuk bir gülücük çıkıyordu ortaya. O her ne kadar sevmese de iki yanağındaki iki gamzesi "Biz burdayız!" diye bağırıyordu. Bunu seviyordum.

"Gitmeyelim okula." dedi.

Bu ondan beklenmedik bir davranıştı çünkü o her zaman görevlerine bağlıydı. Ayrıca bugün edebiyat dersi vardı, ki Doğu, edebiyat aşığı biriydi.

"Ne yapacağız peki?" diye sordum.

"Sen ve ben illa ki buluruz bir şeyler." dedi.

Güldüm. Evet anlamında başımı salladım.

Sütü kafasına dikti ve "Bence git bu ev halinden kurtul, ben burayı toplarım, ama bu kıyağımı unutma." dedi. Kahvaltı hazırlamak eğlenceli olsa da toplaması eğlenceli değildi. Bu teklifi yaptığı için fazlasıyla mutlu olmuş, ve onu yanağından öpmüştüm.

"Hemen şımarma, yosuncuk." dedi.

Bu bana ilkokulda, ilk tanıştığımız gün söylediği "Gözlerinin rengi çok hoş. Yeşili severim, tıpkı yosun gibi gözlerin." deyip iltifat olarak mı yoksa hakaret olarak mı algılayacağım bu tanımlanamaz cümleden geliyordu yosuncuk.

Doğu'ya güldüm.

Hemen yukarı çıktım ve dolaba boş boş bakarak bir süre üstüme ne giysem diye düşündüm. Dışarı baktığımda sanki yağmur yağacak gibiydi. Zaten bu değil midir sonbahar. Gökyüzünün ağlaması.

Mevsimin sonbahar olmasını seviyordum. Bu havalarda resim çizmek muhteşemdi. Ağaçların tek bir tona hakim olmaması bence gökkuşağına meydan okuyordu. Tüm ağaçlar "BİZ SENDEN DAHA GÜZELİZ!" diye bağırıyordu.

Altıma tayt üstüne siyah beyaz bir kazak giydim. Siyah benim rengimdi. Daha doğrusu Doğu ile bizim rengimizdi. Taytın üstüne diz altı çorap giymeyi seviyordum. Bence botları giydiğinde o çorabın gözükmesi hoş duruyordu. Bu benim moda anlayışımdı. Ceren ile ikiz olmamız dışında ortak noktamızdan biri de buydu.

Saçımı dağınık topuz yapıp üstüme yağmurluk giyecektim, ama bundan vazgeçtim. Çünkü Doğu'nun ceketini giyecektim. Buna sinir olacağını biliyordum. O yüzden daha önce çöktüğüm siyah yağmurluğu elime aldım ve Doğu'nun yanına indim.

"Tahmin ettiğim şeyi yapmayacağını ummaktan başka bir şansım var mı acaba?" dedi.

"Malesef... Çünkü o her zerrene işleyen buram buram sen kokan ceketin benim kokumla sevişmek istiyor. Ya da ben istiyorum bilmiyorum. Ama sana bu yağmurluğu getirdim." Dedim ve sevimli gözükmek için kafamı yana yatırıp gülümsedim.

"Bir şartla." dedi.

"Sakızlarına çökmeyeceğime söz veriyorum." dedim. Ama yine dayanamayıp çökecektim, bunu da biliyordum.

O da yağmurluğunu giydi ve çıktık.

Ankara'nın ıslak sokakları bizi bekliyordu. 

Parantez İçleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin