YIKINTI
Hayat neydi? Bize oynanan bir oyun mu? Ya da, sevdiklerimizin gözümüzün önünde yok olduğunu göre göre yok olma sırasını beklediğimiz bir yokoluş mu? Cidden neydi hayat? Hayatın kendisi zaten bir kaybedişti. Peki bu içinde kaybolduğumuz oyun da neyin nesiydi? Bir netliği olmayan, herzaman bir çıkmaza sokulduğumuz, kimi zaman çaresiz kalıp bir şey yapamadığımız kimi zaman ise çareyi bulup uygulayamadığımız bir çıkmazlık oyunuydu aslında hayat. Sadece bir hayata ne kadar olayın sığdığının farkında olmadan en büyük bencilliği yapıp sadece ben merkezli olup insanların hayatlarının nasıl olduğunu bilmeden onları yargıladığımız bir tür mahkemeydi aslında hayat. Kısacası insanların sadece kendi başarısı için yarıştığı bir müsabakaydı hayat.
Ben Mina Aydoğdu, ömrünü sadece insanların kargaşasını bir köşeden izleyip onları anlamaya çalışan, ondokuz yaşındaki bir üniversite öğrencisi. Herkes gibi benim de bir hedefim var. Mesleğini en iyi şekilde yapan bir psikolog olmak hedefim. Evet bu sene mesleğime doğru ilk adımımı attım ve psikoloji bölümünü kazanıp İzmir'deki "Dokuz Eylül" üniversitesine yerleştim. Hayat kargaşasız güzeldi, bu yüzden her şeyi bir kenara bırakıp kendi yoluma bakmayı tercih ettim. Geçmişe bakarsam yaralarımdan dolayı önümü göremeyeceğim için hep geçmişten uzakta takılmayı tercih ettim.
Şimdi ise üniversitenin bahçesinde oturmuş yarım saat sonra başlayacak olan dersimi bekliyorum. Yalnızım herzaman ki gibi. Kimse yok yanımda. Böyle güzel diye düşünüyorum içimden, yalnızlık güzeldir diyorum, ama bazen o kadar yaralıyor ki beni bu yalnızlık, aslında yalnızlık kötü birşey diye geçiriyorum içimden. Bir arkadaşım olsa bile güzel olurdu diyorum bazen, ama olmuyor işte. Neyse yalnızlık en güzel mahkumiyetim aslında diyerek kendimi avutuyorum.
Düşüncelerimin arasından sıyrılmamı sağlayan telefonun çalma sesiyle telefonu çantamdan çıkardım. Doktor arıyordu. Hemen bekletmeden aramayı yanıtladım.
- Merhaba, Mina
- Annem ve babam iyi mi?
- Sakin ol Mina, diyerek güldü.
- Birşey mi oldu Serhat Bey? Söylesenize annem ve babam iyi mi?
Ses tonunu düzeltmek için hafif bir şekilde öksürdü ve konuşmaya devam etti.
- Mina annen ve babanın durumu aynı. Henüz ne bir ilerleme ne de bir gerileme söz konusu değil. Sana bir şey soracaktım sadece.
- Buyurun sizi dinliyorum.
- Bugün bir kadın geldi annen ve babanı görmek istediğini söyledi. Bir bilgin var mı?
- Hayır, söyledikleriniz bilgim dahilinde değil. Zaten annem ve babamın bende başka kimsesi olmadığını biliyorsunuz. İsmi neydi bu kadının?
- İsmini söylemedi, yakınlık derecesini sorunca söylemeden gitti. Yani annen ve babanı görmesine izin vermedik.
- Serhat Bey bildiğiniz gibi bizim herhangi bir akrabamız yok, sizden ricam oraya gelen herhangi birinin asla annem ve babamı görmesine izin vermemeniz. Benim haberim olmadan kimseyi onların odasına almanızı istemiyorum.
- Peki Mina, dediğin gibi yaparız iyi günler dilerim.
- İyi günler Serhat Bey, diyerek telefonu kapattım.
Kimdi ki bu şimdi? Nerden çıkmıştı bu kadın? Dedemler ve nenemler hayatta değildi, annem ve babam ailelerinin tek çocukları oldukları için herhangi bir teyzem, amcam, halam ya da dayım da yoktu. Benim tanıdığım bir akrabamız yoktu. Olsa bile şimdi mi ziyarete gelmeyi düşünmüştü. Üstünden tam bir yıl geçmişti. O beni mahveden günün üzerinden tam olarak bir yıl geçmişti ve o kimse şimdi mi gelmeyi akıl etmişti? İstemiyordum artık kimseyi yanımda, tek istediğim annem ve babamdı onlarda bir hastane odasında bilinci kapalı bir şekilde yatmaktan başka birşey yapamıyorlardı. O kazaydı bizi dağıtan şey. Hayatımdakı tek dayanaklarımı elimden alan şeydi o kaza. Şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Annem için başarmalıydım, onun da istediği gibi kendi ayaklarım üzerinde durmalıydım.