Ağrıdan çatlamak üzere olan başını kaldırdı. Sarıya çalan dağılmış saçları kafasında adeta tonlarca ağırlık yaratıyordu. Eliyle dağınık ama hoş duran saçlarını sağa doğru attı ve doğruldu. İki sene önce Trablusgarp'a giderken hasta olmuştu ve bunun acısını hala çekiyordu. Üşütüyor muydu, midesiyle mi ilgiliydi sorun? Anlayamıyordu. Trablusgarp'tan döndükten sonra da bu hastalığı pek önemsememişti.
Ayağa kalktı, odasındaki pencereye yöneldi. Pencerenin içerideki pervazına sol elini dayayarak dışarıyı izlemeye koyuldu. Sabahın bu saatinde sırtında çocuğunu taşıyan yaşlı kadına baktı, savaş yaşamış bir anne ne cefakardır, diye düşündü. Otelin önünde bir yandan şakalaşan diğer yandan sigaralarını tüttüren adamları uzun uzun seyre koyuldu. Dayanamadı, paltosunun cebine uzandı. Sigara paketinden sigaranın birini tutup çekmesiyle ağzında sigaranın yanmaya başlaması arasında bir saniye bile yoktu.
Dudaklarının arasındaki sigara ona çoğu doktorun veremediği bir ağrı kesici gibiydi. Bu meretin tek kötü yanı bırakınca ağrıyı on, yirmi katına çıkarıp seni bağımlısı yapması diye düşündü içinden. Canı fazlasıyla sıkılıyordu. Kendine yapacak bir şey ararken aklına, geldiği günden beri yazdığı günlüğü geldi. Bulgaristan'ın onda bir anı olarak kalması ve gördüklerini not alıp Sofya'dan ayrıldığında tecrübelerini tekrar okumak için yazmaya başlamıştı. Çekmecesine uzanıp gri defterin ilk sayfasını açtı:
-Ne yazmışız bakalım.
" 7 EKİM 1913
Öfke ve sevgi karışığı bir halde geldiğim Sofya'da beklediğimden fazlasını buldum. Yakınında olmaktan mıdır bilmem Selanik sanki dağlardan birisinin hemen ardındaymış gibime geliyor. Ah Selanik, güzel Selanik.
...
8 EKİM 1913
... Sonra beraber yukarıya çıktık ve birer kahve içelim dedik. Kahveleri içtikten sonra Fransızların tatbikatı sonrası yaşadığım olay aklıma geldi ve anlatayım dedim. Anının sonuna geldiğimde gözlerim dışarıda güzel demenin yanında az kalacağı hatta ayıp bile olacağı birine takıldı. Neredeyse pembe olan ten rengi ve sarı saçlarından gözlerimi ayıramadığımı hatırlıyorum. Şahmeran'a bakan Tahmasb gibiydim. Leyla'ya bakan Mecnun gibiydim. Şakir bir sarstı, korkmuş olmalı . Zaten biraz sonra o kızın da içinde bulunduğu grup köşeyi döndü. En sonunda artık Şakir'in "Napıyorsun be sen" demesiyle kendime geldim. Boş fincandan kahve içmeye çalıştığımı söylüyor. Aklım sürekli ona gidiyor. Gözlerimin önüne gelmesine engel ola-"
Kapının tıklanmasıyla günlüğün sayfasını kapattı Kemal. Kapıyı bu saatte çalacak birini tanımıyordu henüz. Kahvaltı da olamazdı, daha çok erkendi. Kapı bir kez daha çalındı. Şaşırmış ve biraz da meraklanmıştı. Kapıyı temkinlice açtı. Karşısına gözlüklü tanımadığı bir adam çıktı. Mustafa Kemal'e elindeki zarfı verip, merdivenlere doğru yürümeye başladı. Ardından da gözden kayboldu. Elindeki zarfla kalakalan Kemal, zarfı bir kenara koydu. Baş ağrısı kendini yinelemiş gibiydi ayrıca sıkılıyordu da. Paketten bir sigara daha aldı ve dudaklarının arasına koydu. Sigarayı yaktıktan sonra sigara ağzındayken büyük çabalarla:
-Oh be dünya varmış, diyebilme gayreti gösterdi. Bunu yaparken pek hoş gözükmediği aşikardı.
/Yarım saat sonra/
" ... çıkacak yeni zarfın içinde genç kadınlarla yakınlaşabilmeniz için yeterli bilgi vardır. Mektubu okuduktan sonra yok etmeniz önerilir."
Mustafa Kemal mektubu bitirdiği gibi en küçük parçalarına ayırarak pencereden dışarı fırlattı. Kendisi gibi bir askere neden böylesine saçma bir görev verilirdi ki? O askeri elçiydi, bir ajan değil. Hükümet ve Enver Paşa'ya derin bir iç geçirerek teşekkür etti. Başına dert almıştı. Zarfı açıp içine baktı. Bir sürü kağıt vardı. Önündeki kahveden bir yudum daha alıp zarfın içindeki kağıtları çıkarttı. Kağıtları önüne koyduktan sonra birdenbire aklına bir soru geldi. "Görev için neden bir gerekçe belirtilmemişti". Sebep cidden Mustafa Kemal'i rencide etmek miydi, yoksa Bulgarların bir şeylerini mi merak etmişlerdi? Neden bunu onla paylaşmamışlardı? Kendini bir amaca hizmet eden basit bir maşa gibi hissetti. Bir anlığına bilgi edinebilirse bunu raporunda paylaşmamayı düşündü ama hemen sonra bu fikrinden vazgeçti. Çünkü bu önemli bir şey de olabilirdi ve önemini bilmeden sakladığı bir bilgi Osmanlı için pahalıya patlayabilirdi. Her ne kadar gerekçeyi bilmese de hükümetle her bildiğini paylaşacaktı. Bilgi edinmek için önce kadınları kısa şekilde kağıttan tanıması ve tanışması lazımdı. Masanın üzerindeki kağıtları sırasıyla eline alıyor ve isimlerde göz gezdiriyordu.
"Başbakan'ın kızı Nikolina Radoslavof"
"Milletvekili Askof'un kızı Elena Askof"
"General Kovaçev'in kızı Mara Dimitrina Kovaçev"
"Milletve-"
Ne? Dimitrina Kovaçev mi? Bu geçen gün camdan bakarken gördüğü kız mıydı? Hemen kağıdı eline aldı ve fotoğrafına baktı. Yüzü parlak bir ay gibiydi, elleri narindi ve belki de yaşından dolayı vücudu ortalama bir kadından biraz küçüktü. Ağzı kulaklarına vararak okumaya devam etti.
"17 yaşında. Sözlendiği biri yok. Sofya sosyetesindeki arkadaşlarıyla bol bol balolara katılır, gezilere çıkmayı çok sever. Çok alelade kişilerle arkadaşlık kurmaz, kibirlidir biraz. Babasının tek kızı ve göz bebeğidir. Batı kültüründe, İsviçre'de Hukuk üzerine eğitim görmüştür. Piyano ve keman çalmayı bilmektedir..."
Kültürlü, zeki, kibirli. Tam bir ilgi odağı olmasına şaşırmamalıydı. On yedi yaşındaydı ayrıca. Kendisinden on beş yaş küçük. Bu bir sorun teşkil etmiyordu aslında çünkü Mustafa Kemal daha çok gençti ve genç kadınların ilgisini çekebilen biriydi. Aralarında bir şeyler olabilirdi. Büyük ihtimalle sorun olacak olan şey tüm bu kadınlarla nasıl ilişki yürüteceğiydi. İşi zor mu zordu.
Mustafa Kemal bunları okurken sırtından terler boşanmıştı. Ateşemiliter olarak atandığı yere ajanlık oynamaya gelmiş gibi hissediyordu. Bir asker aşk oyunu oynayacaktı ve talih ona gülecek gibi durmuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Gözlü Devin Aşkı
Ficção HistóricaO bir liderdi. O bir komutandı. O milletin "Ebedi Şefi"ydi. O kargaları kovaladığı günlerden Osmanlı'nın yanı sıra İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir numaralı ardından en sevilmeyen adamlarından olmuştu. Hiçbiriniz bilmiyorsunuz, o bir aşıktı da. B...