içimde duası okunan tüm kahverengi çocuklara ithafen. ama en çok sana kahverengi gözlü çocuk. çünkü bilirsin, en çok içimde öldürdüm seni...
"kahverengi olan her şeyi için..."
"Durdurun küçük çocukları! Nehre giriyorlar!"
Güneşi görmeyen gündüzün gri bulutlarından damlalar düşüyordu. Sakin sakin yağıyordu yağmur ama sanki düşlerim düşüyordu yerlere. Sesi kulaklarıma bir ninni gibi geliyordu. Rum asıllı annem söylerdi bazen gece vaktinde en hüzünlü ninnileri. Ninniler hiç hüzünlü olur muydu ki ? Çocuk aklım kaldıramadı bunu hiçbir zaman. Zaman geçti üzerinden artık silik bir yara oldu bende bu. Kaç yarayı sahiplendi şu yaşımda şu bedenim ? Saymayı pek bilmem ama parmaklarımı geçti yaralarım.
Yaralar geçti, tekrar kanadı. Rum annem sarmadı, asyalı babam görmedi. Doğduğum yerden uzakta bir nehrin kıyısında sürgün ettim kendimi. İnsanlar etmedi beni sürgün. Öyle doğdum, öyle büyüdüm. Ölümlerden ölüm beğendim, kendimi nehirlere attım. Gündüz görmeyen bir kentte birkaç sürgün ailenin tanıdığı oldum. Asla ben olmadım. Ne asyalı ne de rum oldum. Dilim coğrafyamı bilmez. Biraz Korece, biraz Rumca biraz Almanca konuştum. Yunanca gördüm,bildim. Ağzımda hep oturmayanlar lisanlarla göçmen oldum. Aslen bir çocuktum. Çağıma savaş uğramış, savaş çocuğu oldum. Savaştan kaçtım, kendi içimde öldüm. Yirmi iki yaşına bastım, gözlerimin kenarında kırışıklıklar gördüm.
"Lounéli ! Çocukların peşinden git lütfen! En hızlı erkek sensin !"
Birde bana Lounéli derler. Gerçek adımı sığdıramazlar dillerine. Kendilerince her gittiğim yerde bir ad takarlar. Bazen bir kuş bir bulut bir doğa olurum dillerinde. Bana Lounéli derler çünkü defne yaprağı gibi kokarmışım. Evlerinde yiyecekleri korumak için kullanırlarmış buradaki kadınlar. Bazen de yakıp hoş bir koku olsun diye. Defne yaprağı huzur veriyormuş, öyle diyorlar burada. Bana Lounéli diyorlar . Defne yaprağını gibi huzur kokarmışım.
Bana burada Lounéli derler ama onlara verdiği kadar huzur vermez bana defne yaprakları. Sen Jeongguk'sun der bir ses. Jeongguk, küçük bir çocuk derim ona.
Önünde durduğum ata bindim hemen. Burada hatrı sayılır büyüklükte bir nehir vardı. Soykırımdan, savaştan kaçanların bir nevi yuvasıydı. Nehrin öbür tarafı yasaktı. Oraya geçersen buradan ya orada göğsünden ya da buradan sırtına mermiler yerdin. Hikayesini tam bilmem, annemin kucağında her yerde dolandım ben. Dillerinde çözemediğim bir kavga, büyük küfürler vardı.
Üzerine bindiğim atla hızla ilerledim nehre doğru. Eleni'nın uzakta isyan halini işittim. Burada çocuklara hep nehir yasak derlerdi merakın önüne çokça geçilemezdi. Nedenler açıklanmaz ondan tüm çocuklar şeytanın fikriyle giderlerdi hep. Nehir çok da derin değildi. Bir atın üzerinde geçebilirdin.
Sonra kendi kendimi yanıtladım. "Geçemezsin, geçersen vururlar seni."
Zeus'un üstünde komutlarım ona sertti. Gözlerim hızlıca tüm çevreyi tarıyordu. Dümdüz bu ovada bir insanı bulmak zor değildi. Geniş düzlükte mevsiminin azabını çeken bir toprak vardı. Çokça bir şeyler ekilmezdi. Çamurlar arasında yaşamak yürümek zordu.
Biraz daha ilerleyince ağlayan çocukların seslerini duydum. Yerleşkenin uzağında kalan bölgede nehrin en derin olduğu kısmın girişinden sesler geliyordu. Öyle bilgin değildim, buradaki göçebelerin koyduğu işaretler bir nevi uyarı gibiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
nehirler kuruttu bizi
Fanfiction"prangalara vurulan ruhum, sürgün edilen bedenim, bir nehrin karşısında, bir adamın gözlerinde ateşe verildi..."