Ağzında altından bir kaşıkla doğmuş bir prensestim ben. Babam kulağıma kendi annesinin ismini fısıldamış, diğer hizmetkarlarsa bu isme bir tür korku besleyerek benden birkaç adım uzakta durmuşlardı. Adım, Dorethea'ydı. İsmimimin birçok anlamı olmasına rağmen, babam benim tanrının hediyesi olduğumu söylerdi her fırsatta.
Ölü doğmuş bir prensestim ben. Yaşamayacağına emin olunan, hatta verdiği rahatsızlıktan ötürü kötü gözle bakılan bir prenses. Fakat yaşadım. Ölümüme kesin gözle bakan herkesin mezarı boylayışını ilk sıralardan seyrettim. Onların torunlarının toprağa karışan bedenlerinin kokusu hâlâ burnumda. Ve sen de Harry, sen de onların çok uzan torunlarından birisin.
Bana duydukları korku, ilk adımlarımı atmaya başladığımda silikleşerek kayboldu. Kızıl saçlarım omuzlarımdan dökülürken, bir hizmetkara dahi saygılı davranıyor oluşumdan ötürü beni sevmeye başladılar. Benimle zaman geçirebilmek için can atan hizmetkarlar vardı. Beni tatlı, zeki ve güzel buluyorlardı. Bazı insanlar benim zeki ya da tatlı olmadığımı düşünse de, güzelliğim herkes tarafından kabul gören, itiraz etmeye hayal edemeyecekleri bir kutsallığın meyvesiydi.
Babamın bir adı yoktu. Herkes ona Kızıl Kral der, saygıyla önünde eğilirken uzun yıllar daha kendileri olması için dualar ederdi. Babamın da kızıl saçları benimki gibi uçlarında kıvrılır, mavi gözlerine bakan her insan beni görürdü. Babamın bir kopyası olmakla beraber, karakterlerimiz birbirinden anlaşılmaz çizgilerle ayrılıyordu.
Babam sevecen bir kraldı. Tek bir ailenin aç yatmasına müsaade etmez, sık sık bunun bir kabus olacağından bahsederdi. Halkı onu seviyordu. Ve hatta içlerinde ona tapanlar bile vardı. Fakat hiçbirinin babamın onları sevdiği kadar sevdiğini hayal edemem, babam onlar için gözünü kırpmadan ölürdü.
Ve ben, güzelliğime rağmen kalbimde kibri taşıyordum. Bunun sebebi bir prenses olmam değil, aynaya baktığımda gördüğüm kutsal güzelliğin kendisiydi. Saatlerce aynanın karşısında dikilir, parmaklarımın ucuyla çilli yanaklarıma dokunur ve okyanus mavisi gözlerimin benden başka kimsede olamayacak bir renge sahip olduğunu fısıldar dururdum. Ve aynadaki kızı öperdim, yaşamımın her anında sabah uyandığımda ilk yaptığım şey bu olurdu. Kendime tapıyordum ve insanların bana tapmasını olağan buluyordum. Her yeni yaşımla birlikte aldığım farklı güzellik, bu tapınmaya ihtiyaç duymamla sonuçlandı. Bana saygı ve aşkla bakmayan bir göz dahi hayal edemiyor, fakat insanlara onların gözlerine bakacak kadar değer de vermiyordum. İnsanlar benim için gölgeler gibiydi; aniden beliriyorlar ve sessizce kayboluyorlardı.
Sarayda yapayalnız büyüyor olmam Kral babamın canını sıktı ve beni biriyle tanıştırdı. Söylediğine göre bu çocuk, Mısır'dan Kızıl Krallığa sürülmüştü. Bunun sebebini bilmemekle birlikte, bu köle denen çocuğun aslında köle değil, prens olduğunu çok sonralarda öğrenecektim.
Onun adı Amir'di ve bu ismi telaffuz edememem karşısında ara sıra sinirlenir, yüzüme daha önce hayal edemeyeceğim nefret dolu bir bakışla bakardı. Onu sakinleştirmek adına siyah saçlarına parmaklarımın ucuyla dokunur ve "Amir," derdim "Senin doğduğun ülkede herkesin saçları böylesine siyah mıdır?"
Defalarca kez sorduğum bu soru karşısında gülümserdi "Evet, herkesin saçları böyledir."
"Ah, eğer seni hiç görmemiş olsaydım böyle bir rengin bir kafanın üzerinde duruyor oluşunu hayal bile edemezdim."
"Ve bu ülkedeki herkes kızıl saçlı mı?" dediğinde bir sinir dalgası bacaklarımdan kalbime doğru yükselirdi.
"Hayır, yalnızca Kraliyet ailesinin saçları kızıldır."
"Seni sinirlendirmek de amma kolay."
Onunla böyle samimi konuşmalarımızın oluş sebebi, babamın benim aksine onun bir prens olduğunu bildiğinden ileri geliyordu. Babam bizim arkadaş olmamızı istemiş, bana sık sık aramızda bir fark olmadığını anlatarak kendisine iyi davranmam konusunda teşvik etmişti. Amir'in siyah ve sık saçları, 16 yaşına geldiği baharda yer yer seyrekleşmeye başladı ve ben de onu üzmemek için artık saçlarından bahsetmemeye karar verdim. Gözlerindeki cesur bakışlarsa yerini anlam veremediğim bir hüzne bırakmıştı. Ona bunun sebebini hiç sormadım çünkü duygular hakkında konuşmak benim tercih ettiğim bir konu değildi.
Tüm bunlara rağmen Amir güçlü bir gençti. Birkaç ay içinde birdenbire boyu uzamış, bana tepeden bakar olmuştu. Onun dibinde oturduğumuz ve sohbet ettiğimiz kavak ağacıyla benzer olduğunu söyleyerek dalga geçtiğim oluyordu ve bunlara verdiği yanıt hep aynıydı "Sen de şu ayaklarımınız dibindeki kardelene benziyorsun."
"Ama-" diyerek itiraza girişirdim tutkuyla "Kardelen kışları olur ve rengi de bir süt kadar beyazdır. Şimdi yaz ve sıcak, ayaklarımızın ucunda kardelen de yok!"
"Sen görmüyorsun diye yok olmuş olmuyor." diye fısıldardı düşünceli bir sesle.
"Baksana Amir, senin geldiğin ülkede kar yoktu, değil mi?"
Omuzlarını hafifçe sallar fakat gözleri beni bulmazdı cevap verirken "Benim geldiğim yerde büyük bir çöl vardı. Ama sen çölün ne olduğunu bilmiyorsun, üstelik hayal gücün de geniş olmadığından, anlatsam da anlayamazsın."
"Babama sordum fakat o da çölün ne olduğunu bilmiyor."
"Hayır, baban çölün ne olduğunu gayet iyi bilir. Fakat senin sorularınla uğraşmak istemiyor."
"Babamın yalancı olduğunu mu söylemek istiyorsun?"
"Haşa." derdi yarım gülüşüyle, bu kelimeyi artık kanıksamıyordum "Krala yalancı demek haddim değil, fakat seninle uğraşmak istemediği açık bir gerçek."
"Yalan söylüyorsun."
"Benim buraya getirilme sebebim, sensin."
"Söylediğin diğer her şey gibi bunlar da saçmalık." diyerek ayağa kalktım o gün, tartışmalarımız daha önce hiç böylesine alevlenmemişti. Amir ayağa kalkmadan bileğime uzandı ve yerime oturmam için yalvaran bir bakış attı gözlerime. Onunla geçirdiğim uzun yıllardan sonra artık ne istediğini, dahası benim ne istediğimi gözlerimizle anlatabiliyorduk. Onun esmer ellerine bakarken, ilk geldiğinde nasırlarla dolu olduğunu anımsadım. Fakat şimdi yumuşacıktı. Sükunetle yerime oturmuştum fakat o gün bir kez daha konuşmadık.
Aramızın açılışı, dostluğumuza düşen gölge de böylelikle canlanmıştı.
Amir o yılın sonunda ülkesini ziyaret etmek istediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Babam onun bu isteğini anlamış, yakında öleceğini düşündüğü genç dostuna izin vermişti. Bense oyun arkadaşını kaybeden şımarık bir kız gibi Amir'in yüzüne gideceği güne kadar bakmadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güzelliğin Lanetlenişi
FantasyVe ben, güzelliğime rağmen kalbimde kibri taşıyordum. Bunun sebebi bir prenses olmam değil, aynaya baktığımda gördüğüm kutsal güzelliğin kendisiydi. Saatlerce aynanın karşısında dikilir, parmaklarımın ucuyla çilli yanaklarıma dokunur ve okyanus mavi...