alçak adamlar teker teker ayaklanıp gidiyorlar. selam verip, huzur diliyorlar. jeongguk'la ben hala minderlerdeyiz. o ve ben yine yerlerdeyiz. koltuklara alçaklık sinmiştir diye oturmuyoruz. turan babaannesinde, marcella evi toparlayıp komşusuna gitti az önce, ev boş. jeongguk ve ben varız sadece. "turan'ım," diyor duvarlardaki resimlere bakarken şu saniyelerde. "turan'ım, sen de gidersen alçaklaşırım."
turan henüz altısında bir oğul. minik adamımın oğlu, benim oğulum, turan'ım. yazları tarlaya gidiyor o da jeongguk ile. babasına, günlükçülere yardım ediyor fındık toplamada. arada esnek bir çubuk bulup ağaçlarla dövüşüyor. saçları uzun, makas yüzü görmemiş henüz. onları bana ördürüyor, geçenlerde "kına yak bana." diyor. "anam yakmıyor, kına yak bana." jeongguk duyar duymaz giriyor içeriye. biraz bana, sonra oğuluna bakıyor kucağımda oturan. "kına ateştir, yakar saç diplerini." jeongguk'un yüreği kınalı, kendinden biliyor her şeyi.
çocuk, her gün başka bir şey istiyor. üç beş gün önce "kulağımı del." diye ağlıyor. "seninkiler gibi del kulağımı, fındık yapraklarından küpe yapalım." oysa aklımdan kirazlar geçiyor. koyu kırmızı kirazlar, turan'ımın kulağına ne çok yakışırlar.
süt içemiyor, karnını ağrıtıyormuş öyle diyor. onun yerine babası içiyor her gün, kınalının sütünü anasının sütü belliyor.
jeongguk henüz yirmi birindeyken bana bir söz geveliyor.
"kızım da olsa, oğlum da olsa turan koyacağım adını."
türklerin en eski yurtlarıymış anlamı. nedenini söylemiyor, sormuyorum.
"turan'ım." diyor şimdi jeongguk, durmadan oğulunun adını sayıklıyor. yüreği kendini kınalıyor, içini küle çeviriyor. gözleri pasparlak hala, acısı irislerinden okunuyor. alçak adamlar ardında bir babanın yakılmamış ağıtlarını bırakıyor. jeongguk onları alıp boğaz içine çatı yapıyor.
"soğuk bir kışın ortasında, önünde odunlar, elinde bir kibrit, boğazında bir yumru varsa yüreğine çakıver o kibriti. ısınmadan önce ağıtların vardır elbet yakılacak. bu bir oğuldur belki veyahut bir baba, bir ana. kim olursa olsun, ateşe verilmemiş ağıtlar iris diplerine dikenli yuvalar yaparlar."
babam konuştu içimde, dillendiremedim. jeongguk ağlamamak için saçlarını çekiştirirken turan'ımın kulağını delemedim. affet oğul, kirazlarımı getirmeyi akıl edemedim.
"kınalayacaklar oğlumu."
sustu, ağladı, bir an olsun gözlerini benden ayırmadı. öyle, diyecektim eğer aralarsam dudaklarımı. öyle jeongguk'um, kınaya bulayacaklar turan'ımızı. tuttum nefesimi, hiçbir şey söylemedim. minik adamım susmadı ama.
"babaannem yanığıma ısırgan otu basardı, oğlum, o kadar ısırgan otum kalmadı."
beni turan'ı belledi, yüzümü öptü binlerce, gözlerimi. turan'ım diye fısıldadı dudaklarıma.
"zehre'm."
zehre değil jeongguk, ısırgan otu. ısırgan otuyum ben, turan'ımızı sarıp sarmalarım istersen.
"del kulağını turan'ın, bir fındık yaprağından ona küpe yapalım."
o lafımdan sonra bir kez olsun bakmadı yüzüme. marcella geldi, saçı başı dağınık, gözleri yaşlıydı. hafif pembe ruju dağılmış, tırnakları kırılmıştı. önümdeki fincanı alacakken durdurdum onu, bir elini avuçlarıma alıp gülümsedim. marcella kınalıydı, yüreği yanmasın diye avucunu kınalamıştı.
"turan'a iyi bak ne olursun, geleceğim yarın ziyaretine. kulağını deleceğim onun, bir kaç fındık yaprağı hazır et sana zahmet."
sustu, gözlerini yumduğu gibi yaşları parmaklarımı buldu. en sonunda kafasını sallayıp onayladı da içim rahat çıktım evden.
.
"adın ne senin?"
"taehyung, senin ki de turan öyle değil mi?"
"evet, turan. sana taehyung diyeyim mi?"
"de tabii, nasıl istersen öyle seslen bana."
"taehyung, bir şey soracağım sana. alçak ne demek?"
"nereden duydun?"
"sen hep öyle diyorsun ya, alçak insanlar diyorsun işte."
"öylesine kullanıyorum arada, kötü demek. kötü adamlar, kötü insanlar, kötü dünya."
"sevmiyor musun alçak dünyayı?"
"sevemiyorum, sevdiremiyor kendini."
"peki, çıkışı yok mu bu alçak dünyanın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
boğazımda bir kesik, gök çatı altında bir oğul eksik - taekook
Short Storyçıkışı yok mu bu alçak dünyanın?