0.6

268 43 28
                                    

gülpembe bana hiç iyi gelmiyordu.
hiç ama hiç iyi gelmiyordu.

kalbime yaptığı onca kötülükten sonra dahi hiçbir şeyden haberi yokmuşcasına masumca gülümsemesi, tatlı bakışları ve zarif tavırlarıyla tekrar tekrar aklımı çeliyordu. kaçmaya çalıştıkça yeniden ona çekiliyor gibiydim, her seferinde daha da beter hem de...
ne beni seviyor ne de ruhumu özgür bırakıyordu, kalbim avuçlarının arasındayken bana biraz olsun merhamet etmiyordu. bazen bana çektirdiği hasret ve acı öyle yoğun oluyordu ki ona deliler gibi kızıyordum. gelin görün ki ne kadar öfkelenirsem öfkeleneyim ondan nefret de edemiyor, hal böyle olunca kendimden nefret etmeye başlıyordum.

ah aptal kalbim, ah aptal ben... ne hakla gidip de gülpembeyi sevmiştim ki! ne hakla!

hem sonra ben de dahil olmak üzere şu dünya üzerindeki hiçbir adam onu sevme şerefine layık değildi ki. belki ben alamayacaktım ancak kimse koynuna alamayacaktı onu, tek benim değil kimsenin koynuna yakışmayacaktı gülpembe. kim jaehyunun yanında öylece dikilirken kendisini quasimodo kadar çirkin, sefil hissetmezdi? kim jaehyunun narin teni, tenine değerken varlığını, değerini sorgulamazdı?
kim kendisini ona layık görürdü?
ah onun kaderi de buydu işte, ilahi güzellik, daimi yalnızlık...

elimdeki bira şişesini amaçsızca kafama dikerken hemen yanımda oturan taeile dönüp bu sefer de sesli söylemiştim.
"kimse layık olamayacak ona, şuraya yazıyorum."

"ne?"

şaşkın gözlerle beni süzen en yakın arkadaşımın, neyden bahsediyor olabileceğime dair hiçbir fikri yoktu. yalnızca evde durmaktan hoşlanmıyordu o kadar, bedava bira ısmarlayacağımı duyduğunda da bu yüzden peşime takılmıştı.
omuz silkip dakikalar önce sorduğu soruyu cevapladım,
"cevabını duymak istemezsin, tekrar sorma bu yüzden."

"ne saçmalıyorsun be oğlum, iyice kafan gitti senin."

köydeki diğer çocuklara kıyasla yaşça büyük olmasına rağmen kısa boylu olan arkadaşım, ayaklarımızı uzattığımız dereye küçük bir taş atıp konuyu geçiştirmeye çalıştığında başımla reddettim.

"aşığım ben."

"ne!"

"tutamıyorum içimde, çatlayacağım artık birisine anlatmazsam."

"sen? birisine? aşıksın? çatlayacak kadar?"

başımla onayladım.
"çatlayacak kadar."

taeil kıkırdayıp elindeki şişeyi dereye fırlatmış, kaygısız tavrıyla arkasındaki çimenliklere uzanmıştı.

"sen kim aşık olmak kim, sen ne anlarsın oğlum aşktan?!"

ben ne anlardım aşktan öyle mi? isyankar sesimle tersledim,
"inanmazsan inanma."

"tamam tamam kızma hemen, kime aşıksın?"

"..."

"yukarı mahalledeki soheeye mi yoksa?"

omuz silktim,
"hayır."

"bizim okuldan kang?"

"hayır."

taeil gözlerini yıldızlı gökyüzünde gezidirip yeni bir tahminde bulundu.
"üçüncü sınıflardan-"

"hayır hayır hayır, bilmezsin."

"yuta... çok dramatiksin gerçekten. o her kimse bil ki hissettiğin şey aşk değil. aşık olduğunu sanıyorsun ama tek istediğin onu becermek, ergeniz hepimiz oğlum. işler böyle yürüyor."

"becermek", gülpembeyi?
taeil ne zırvalıyordu böyle?
saçlarına dokunmaya kıyamadığım gülpembeyi becerecektim öyle mi, gülpembemi?

kendimi tutamayarak gerçek hislerimi söyledim.
"huh, siktir oradan."

ani bir kararla ayağa kalktığımda taeil eliyle savsaklamaya çalışır gibi bir hareket yapmıştı.
"git kendini becer yuta, ayılmadan da gelme. saçmalıyorsun."

bira şişesiyle beraber derenin yukarısına, köye doğru yürürken yapayalnızdım. etraftaki sadece kurbağaların huzursuz sesleri vardı, o kadar. kafam cidden yerinde değildi, sinirlenmiştim. gülpembeyi o velete böğürtlen yediririken gördüğümden beri zaten sinirliydim ancak taeille yaptığım küçük konuşma da bira da sakinleşmeme hiç yardımcı olmamıştı.

adımlarım beni farkında dahi olmadan gülpembenin evinin önüne getirirken tanıdık bahçe duvarına yaslanıp iç çektim. ne olurdu bir kere bana baksaydı, bir kere gülümseseydi, ne olurdu jaehyun değil de gülpembe diye seslenseydim ona, korkmadan, çekinmeden...

yıllardır hasretini çektiğim beden, ansızın ahır kapısında belirdiğinde ağır ağır gülümsedim. şaşırmadım çünkü bu saatte hep etrafta dolanıp iş yapmak zorunda olduğunu biliyordum. kızmaya da küsmeye de takatim kalmamıştı bu yüzden yalnızca yanımdaki duvardan destek alarak sordum.
"ne yapıyorsun?"

"b-ben-"

"korkma benim, biraz içtim sadece."

gözleri kısılmış, duvarın yanına bitişmiş bedenimi gördüğünde ise gözle görülür şekilde rahatlamıştı.

"oh, çok korktum. sesin farklı geliyordu."

öylesine konuşmak, sesini duymak istediğim için tekrar sordum.
"ne yapıyorsun?"

"inekleri kontrol ediyordum, köyde bir hırsız varmış da."

"bu işi sana mı veriyorlar?"

gülpembe omuz silktiğinde dudak büktüm, onun ne kadar naif olduğunu bilmiyorlar mıydı?

elimdeki bira şişesi, terleyen avuç içlerim yüzünden iyiden iyiye kayganlaşmaya başlarken sıkıca tutundum ona, elimde kalan son umutmuşcasına... ve sonra hiç beklenmedik bir şey yaptım, daha önce tasarlamadığım, hayalini kurmadığım bir şey.
tek omzumla hâlâ duvardan destek alırken iki parmağımla basitce işaret ederek çağırdım.

"buraya bi gelsene jaehyun."

belli ki o da bunu beklemiyordu, şaşkın gözlerle etrafı süzmüş ardından usul adımlarla yanıma gelip tam önümde duraksamıştı.

"efendim?"

terleyen elimi hızla pantolonuma silip jaehyun'un ipek kadar yumuşak saçlarına yasladım.
"şimdi birazdan sana söylediklerimi yapacağına söz ver, tamam mı?"

uysalca başını sallamıştı.
"söz."

ben de onu taklit ederek başımı salladım ve ilk komutu verdim.
"sakın kıpırdama."

kıpırdasa cesaret edemezdim, kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyor, avuç içlerim titrerken kulağım ve yanaklarım alev alev yanıyordu. saçlarındaki ellerim cesur bir hamleyle boynuna indiğinde kirpikleri titremişti, ah kirpikleri...

güzelliği karşısında mest olup yapacağım şeyden vazgeçmemek adına yüzüne iyiden iyiye yaklaşırken ikinci ve son komutu da verdim.

"gözlerini kapa, gülpembe."

gülpembe - yujaeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin