Bir zamanlar benim olan ellerin, şimdi neden ellerin?
Sanki yolları o değil de yollar onu yürüyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bilse ne değişecekti ki? Bunu da atlatacaktı elbet. Ama daha zamanı vardı. Zamanı beklemek neyseydi de... Lisa'nın vakti kadar sabrı yoktu. Böyle günler insanın bir dosta en ihtiyaç duyduğu günlerdi. Ayakları mı, yoksa yol mu? Acaba hangisi bunu biliyordu. Bu sorunun cevabını bulamadan, kendini Jungkook'un kapısında buldu.
Ah Jungkook! Lisa'nın yorgun savaşlarının yara sarıcısı... Jungkook... Bir insanın dost diyebileceği tek isim...Zile bastı. Biraz bekledi. Saatin farkında değildi. Tekrar bastı. Önce bir ışığın yandığını sandı. Sonra kapı açıldı.
Ama hayır! Işık yanmamıştı. Sadece Jungkook gülümsemişti o kadar. Jungkook ışık gibi gülümserdi. Lisa'nın yüzüne baktı. Gülümsemeye devam etti. "Yine mi?" diye sordu.Lisa'nın kederli yüzü o kederden sıyrılıp gülümsemekle, o kederi taşıyor olmak arasında kaldı. Jungkook'un nurlu gülümsemesine sığıştırarak hüznünü, "Yine" diyebildi sadece. İçlerinden birbirlerine sıkıca sarılmak geçti. Sarıldılar. İçleri içlerine geçti. Sonra içeri geçtiler.
Evde kimse yoktu. "Sizinkiler nerde?" diye sordu Lisa, salona geçerken üzgün sesiyle...
"Teyzemdeler" dedi Jungkook, Lisa'nın montunu alırken.Salondaki üç kişilik koltuğa oturdu Lisa. Çocukluğundan beri girip çıktığı bu ev ona yabancı gibiydi sanki. Oysaki hiç değişmemişti eşyalar. Jungkook'la saklambaç oynarken altına saklandıkları büyük ve ağır ahşap yemek masası, sırt kısımları uzun altı sandalyesi, masadan aşağı sarkan masa örtüsü ve içinde annesinin plastik çiçekleri olan vazo... Hepsi aynı hüzünle duruyordu yerli yerinde. İnşaat ustası bir babanın kazanabildiği parayla aldığı basit eşyalar ve o eşyaları eşya yapan evin bir yerine saklanmış, görünmeyen huzur... Çok parası olmayan insanların az gösterişli yuvası...
Çantasından kağıt mendilini çıkardı. Burnunu sildi. Vitrindeki süs bardaklarının arasından aynadaki yüzünün gördü. Ağlamaktan şişen gözleri, kırmızılaşmış burnu ve dağılmış uzun saçlarına rağmen hâlâ çok güzeldi. Koltuğun üstünde duran kitabı fark etti. Jungkook'un okuduğu kitaplardan biriydi. Jungkook, aynı anda üç kitap okuyabiliyordu. Bunu nasıl başardığını hiç anlayamıyordu. Jungkook, kitap okumak için yaratılmıştı sanki. Kitaba uzandı. Bir roman olmalıydı bu. Kitabın içindeki ayraç dikkatini çekti. Bir fotoğraf... Sana'nın fotoğrafı...
Jungkook kitap ayracı olarak hep Sana'nın fotoğrafını kullanırdı. Sana, Jungkook'un hiçbir zaman duygularını açmadığı platonik aşkıydı. Jungkook için kendi hayatı iki bölümden oluşuyordu. Sana'dan öncesi ve Sana'dan sonrası... Sana, onu ikiye ayırıyordu sanki. Tıpkı bir ayraç gibi... Sana ona hayatın neresinde kaldığını hatırlatıyordu. Lisa, bunları düşünürken, elinde iki çay bardak ve kurabiye tabağı ile içeri girdi Jungkook. Tanıdığı en hamarat erkekti o. Evde hiçbir şey olmasa bile mutlaka bir şeyler bulur buluşturur ikram ederdi misafirlerine. Onları ikramsız göndermezdi. İç içe geçebilen, kahverengi zigon sehpalardan en küçük olanını çıkardı ve tepsiyi büyük bir özenle üzerine koydu. "Tam senin istediğin gibi bir çay; açık ve üç şekerli" dedi. Lisa, şefkatle gözlerine baktı dostunun. Jungkook, yanına oturdu. Gözlerini Lisa'dan ayırmadan, "Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı" dedi. Lisa şaşırmıştı. "Elindeki kitapta yazıyordu" dedi Jungkook. Birden elinde sıkı sıkıya tuttuğu kitabı fark etti Lisa. "Gözlerine bakınca aklıma geldi. Ağlayınca daha mı güzel oluyorlar ne?" dedi Jungkook.Gülümsedi Lisa. "Şımartmaya çalışma beni" dedi. Biraz rahatlamış gibiydi. Kısa bir süreli sessizlik yaşadı ve öldü aralarında. Çayına uzandı sonra Lisa. Bir yudum aldı. "İşte çay budur" dedi.