Herşeye rağmen en güzel yanlışımdın sen.
Jungkook'ların iki sokak aşağısındaydı evleri. Hızlı adımlarla yürüdü. Bir yandan da kötü bir günün "Fena olmayan" sonunu düşünüyordu. Jungkook olmasaydı bu kadar tutunamazdı hayata. Bunu çok iyi biliyordu. Başka insanlardan da akıl almazdı, onlara dert yanmazdı. Sadece Jungkook vardı. Başka dost yoktu. O da kendi gibi farklıydı çünkü... Fotokopileşmiş insan yığınlarından değildi. "Neden başkalarına danışmıyorsun?" diye sorduklarında, "Başka insanlardan akıl almam; çünkü ben başka insanlara benzemem" derdi. Zaten tam da bu sebepten yalnızdı... Ne aşk hayatı, ne de sosyal yaşamı kalabalıktı. Aradıklarını kimsede bulamamıştı. Buldukları da aradıkları değildi. Sade bir hayatın yalnızıydı o... Ama mutluydu. Fazla insan çarpıntı yapıyordu. Gereğinden fazla insan ruha zarardı. Bir iki dost ona yetiyordu.
En olmadık yerde oluruna bırakılmıştı hep. Yüzsüzlüğünden tükürülecek bir yüzü bile kalmayan insanlar tanımıştı. Onların neden bu kadar karaktersizleştiğini düşündü. Acaba o çoğunluk haklıydı da azınlıkta kalanlar mı suçluydu? Seçimlerimizi yaparken hep yanlışa mı düşürüyordu hayat bizi? Neden hep aradıklarımızı kaybedip, aramadıklarımızı buluyorduk?
Umutla beklerken, umutlar azalıp azalıp, yok olmaya başladığında, aramaktan vazgeçip bulduğumuza razı oluyorduk. Razı olduğumuza tam alışmaya başladığımızda ise aradığımız kişi karşımıza çıkıyordu. Allak bullak oluyordu her şey. Ve biz düzeni düzensizliğe tercih ediyorduk çoğu zaman. Bu yüzden beklediğimizi hak etmediği yere gönderiyor, razı olduğumuzla, hiç de razı olmadığımız bir hayat sürüyorduk. Ya ümitlerimiz erken bitiyordu, ya beklediklerimiz geç geliyordu...
Kendisini sersemleten bu düşünceler içerisinde eve girdi. Babası uyumuştu. Annesi ise oturma odasında kızını bekliyordu. İçeri girer girmez çıkıştı.
"Nerdesin sen bakayım? Telefonun da kapalı ulaşamıyoruz!"
Lisa, her zamanki alışkanlığıyla acele adımlarla banyoya yöneldi. Annesinin kızgın bakışlarının önünden hızla geçerken, sevimli bir yüz ifadesi takınarak, "Anneciğim tartışmayalım. Zor bir gündü benim için. Moral olsun diye Jungkook'lara uğradım. Orada oyalandım. Saatin farkında değildim" dedi.
Cümlesini bitirdiğinde çoktan banyoya girmiş, elini yüzünü yıkamaya başlamıştı. Annesi azar cümlelerini sonraya erteleyerek banyo kapısına kadar geldi.
"Aç mısın peki? Yemekleri kaldırmadım."
Banyodan çıkarken, "Hayır anneciğim aç değilim" dedi ve annesinin yanaklarına sıkı bir öpücük kondurarak odasına geçti.
"Ah benim deli kızım!" diye hayıflandı annesi.
Lisa'nın odası sığınağı gibiydi. Kendisiyle baş başa kalmak için kaçacağı tek delikti. Üzerini değiştirdi. Aynada yansıyan yüzüne baktı. "Evet! Biraz ezilmiş olabilirim ama hâlâ umut var; çünkü kırılmış değilim" dedi ve aynada yansıyan yüzüne gülümsedi. Yatağın üzerine bıraktı yorgun bedenini. Bir süre tavanı seyretti. Fiziksel yorgunluğu beynindeki düşüncelere uğramamıştı. Kalktı, çantasından cep telefonunu çıkardı. Açmayacaktı. Düşündü. Vazgeçti. Açtı. İlk düşen mesaj ondandı: Sana yaptıklarım için beni bağışla diyordu. Kararlılıkla bir cevap yazdı: Numaranı engelleyecektim ama vazgeçtim. Bu mesajdan sonra kartımı kırıyorum. Artık yabancım bile değilsin!
Hırsla yataktan kalktı, telefon kartını kırdı ve camdan aşağı fırlattı. Rahatlamıştı. Uykusuyla buluşabilirdi şimdi. Aylardır süren huzursuzluğun yerini tatlı bir sükûnet almıştı. Odanın ışığını kapattı, yatağın içine girdi. Başını yastığa koyar koymaz gözlerini kapattı. Uykuya dalmadan önce son kez düşündü. Eksik elvedalarla ayrılanlar, yarım merhabalarla geri dönüyordu hep... Bu kez kararlıydı Lisa. Ayrılık da olsa, artık yarım kalmak yoktu onun lügatinde.
Ya hep, ya hep!
_________________________________________
Diğer bölüme göre biraz kısa oldu ama idare ediverin işte