Işık ve Hakikat.

77 8 1
                                    

"Lux et veritas." (Işık ve hakikat) diye fısıldıyor kurumaya yüz tutmuş dudaklarının arasından, o an anlıyorum gördüğüm ilk ve son gerçeğin o olduğunu. Işıklar sönüyor, ben ise tüm gerçekliğimin önünde anlamımı
yitiriyorum.

Tek yaptığımız her zaman saklanmaktı, aksine bir şey için cesaret edememiş olacağız ki; kaybolduk. En berbat biçimde kaybettik birbirimizi. Yaşantımız boyunca kirli fikirlerden, kara hislerden kaçındık, ruhlarımız birbirine bir mıknatıs edası ile çekiliyorken, iki zıt rengin elçisi olarak yeniden ittik birbirimizi.
En büyük korkum ise; yaşantım boyunca adını dahi bilmediğim bir adama karşı hissettiğim tüm bu adlandırılamaz hislerimdi. Birini istiyor, birine ihtiyaç duyuyordum. Ben, tanımadığım birine bağlıydım.

Bazen ise sadece hepimizin bildiği fakat benim inatla dile getirmek istediğim gerçeklerimden bahsetmek istiyorum, şöyle ki; hayat berbattır.  Öyle berbattır ki, nerede ve ne zaman karşımıza kimin çıkacağını hesaplama lüksüne sahip değiliz, en azından bilmeli, karşımdakinin o olduğunu bilmeye hakkım vardı, öyle değil mi hayat?

Yine cevap vermiyorsun bana.

Her hakikat açıklamaya cesaret edemediğimiz sırlarla dolu olduğu kadar, kaçışlarımız da sebeplerle dolup taşıyor. Kaçışlarımızın birbirimizde son bulacağını bile bile koşuyoruz farklı yörüngelere, belki bir gün birbirimizde son buluruz. Her şeyin uzağında fark ettiğim bir gerçek daha; birini seviyor olmak, tuhaf hislerin de ötesinde, bir dağın ucunda sallanan yırtılmaya yüz tutmuş iplerle asılı birer salıncak canlandırın gözlerinizde, işte orada ona tutunmaya çalışıyor ve aklımı kaçırmamak uğruna savaş veriyorum ben. İplerin kopması an meselesi iken, ellerimden kayıp gitmesi korkusuyla bakıyorum dağın tepesine.

Her zamanki gibi gerçek hayata döndüğüm, zihnimdeki kirli bataklıktan yeni yeni çıktığım bir günün sabahındayım yine. Az önce çalışanlar ile kafamı dağıtmak adına yaptığım siyaset konuşmasının başıma patlamamasını dilerken gözlerimi uçuşan kuşlar ve mavi bir gökyüzü görmek adına cama yönlendiriyorum. İçimi rahatlatabilecek tek şey bu. Yürek burkucu gri bulutlarla karşı karşıya geliyorum sonra, ufak dünyam başıma yıkılıyor ve çalışma masama çöküyorum derin bir nefesin eşliğinde. Güzel şeylerin varlığına inanmayı bir an önce bırakmalısın aptal.

Nefeslerim daralıyor yeniden, neden? Renkler mi beni hayal kırıklığına uğratan? Neredeyse bir saat boyunca bu şekilde kafamın içerisindeki dağınık çalışma masasında anlamlı sayfalar aradım kendime, bulamadım. Bazen bu dağınıklığın içerisinden çıktığımda herkesin gözünde bir ucubeden fazlası olmadığıma inandırıyorum kendimi.

En ufak bir fikrim yok, bu Dünya için birileri faydalı olacaksa bu ben değilimdir diyorum.

Öyle inandırmışım ki kendimi, işe yaramazın teki olduğuma. Başımı eğiyor düşünmeye devam ediyorum, sonuna varamayacağım bir sokakta yerdeki çakıl taşlarını savuşturuyorum kirli duvarlara, her gün yaptığım gibi.
Sonra kendime geliyorum, burnuma dolan keskin parfüm kokusuyla gözlerim açılıyor. Saatler aynı, her zaman saat beşte gelir hissiyatı ile deli eder, beni benden alıverir şu ufak sandalye ve masa arasında, yapabildiği kadarıyla.

Belki de her gün bu kirli Dünyaya gözlerimi bu hissi tekrar yaşamak için açıyorumdur.

Bir ses yükseliyor ardından, beni mi çağırıyor?
Heyecanla doluşum gizlenmesi imkansız bir gerçek kılığına bürünürken, bunun yanı sıra sorumun cevabı beni yanıltmıyor ve o; beni çağırıyor. Memnuniyetle onaylıyorum, işte şu an renksiz Dünyam evriliyor, ben siyah ve beyazı kabulleniyorum.

Çünkü biz; üç ana renkten bağımsız, birbirini tamamlamak uğruna varlığını sürdüren siyah ve beyazın tanımıyız.

Dizlerimin bağı çözülüverirken kendimi dizginleyerek kalkıyorum, ofisine konumlandırdığım gözlerimle bedenini süzüyorum. O bana bakıyor, ben ona. Yanına varmamı beklerken öyle bir bakıyor ki, adımlarımı unutuyorum. 'Sonunda tamamlanıyoruz. '

Ben yanına varmadan birkaç saniye önce kapısından içeriye giriyor, adeta oyun oynuyor benimle. Kapıyı hızla açtığımda ise tüm sakinliği ile masasında oturmuş, aklımı başından alan Kim Taehyung'u görüyorum.

Tebessüm ediyorum, başını eğiyor.

Öyle ki şu an hissettiklerimin tarifi dahi olmasa size birkaç kelime ile açıklayabilecekmişim gibi hissediyorum, karşılıklı çekimin bana kazandırdığı kalp atışları bunlar. Ben, onu duyuyorum fakat o? O duyuyor mudur benim kalp atışlarımı, onun uğruna atan kalp atışlarımı?
Hiçbir şey hissetmiyormuşuz gibi o yüz ifadesini takınıyor sonra, işte şimdi başlıyoruz.

"Otur bakalım, Jeon. "

Sözlerini tüm tok ses tonuyla sıralamasının yanı sıra ben henüz sesinden etkilenişimi gizleyemez bir haldeyken hızla çöküyorum karşısındaki sandalyeye. Ellerimi nereye koyacağımı bilemez bir halde, saçlarımla oynuyorum. O ise her şeyin farkında, ezberliyor hareketlerimi. Biliyorum.

"Kulağıma çalışanlar arasında şu saçma teorilerini dağıttığın geldi, doğru mu bu?"

Gözlerimi rahatsızlıkla kaçırarak alnımdan stres oluşum sebebiyeti ile süzülen birkaç damla ter ile irkiliyorum. "İşte" diyorum içimden, "işte şimdi ayvayı yedin Jungkook." Öylesine bir hareket sergiliyorum ki o an, ikimiz de yine ne halt ettiğimi biliyoruz ve susuyoruz. Sessizlik alıp gidiyor tüm odayı, o susuyor, ben hareketsiz dudaklarını ezberliyorum. Belki de elimde bir kalem olsaydı çizerdim, çekinmezdim ki ben böylesine güzel bir şeyi resmetmekten.

Her seferinde onun gözleri önünde kendimi küçük düşürmekten bıkmış olsam da, bazen şu nerede ne söyleyeceğimi bilmiyor oluşum işe yarıyor.

Düşündüm de Kim, belki de daha sık şirketinde devlet adamları hakkında ileri geri konuşmalıyım.

Puzzle Piece. | TK'Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin