Üniversitedeki odamın denize bakan penceresinin önünde kollarımı göğsümde birleştirmiş dalgın gözlerle yağan yağmuru seyrediyordum. Çocukluğumdan beri yağmuru seyretmek bana hep iyi gelirdi. Konağın en üst katındaki kocaman pencereli küçük odamda yatağımın üzerine yüzükoyun yatar karşı cama vuran yağmur damlalarını seyreder, umutla beklediğim gelecek güzel günleri hayal ederdim. Bazen müzik çalardan sevdiğim şarkıları açıp kurduğum hayalleri daha da renklendirir, bazen de çatıya vuran yağmurun huzur dolu sesiyle battaniyemin altına kedi gibi kıvrılır kafamdaki binbir türlü düşle uykunun sıcak kollarına kendimi bırakıverirdim. O günlerde düşlediğim ve gelmesinin neredeyse imkansız olduğunu düşündüğüm günleri yaşıyordum şimdi. Evet her şeyin kusursuz olacağı, çok mutlu olacağım gelecek çoktan gelmişti ama hiçbir şey hayallerimdeki gibi değildi.
İstanbul'a kış gelmişti, soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Aralık ayının gelmesiyle tüm caddeler ışıl ışıl süslenmiş böylelikle kapkara gri bulutlarla kaplanmış boğuk hava kendini umutlu yeni günlere hazırlamaya başlamıştı. İnsanlar monoton hayatlarının takvimdeki yılın değişmesiyle sihirli bir değnek değmiş gibi yeniden canlanacağına, anlamlanacağına her sene olduğu gibi bu sene de inanmaya başlamış ve yorgun gözlerine çocuksu bir parıltı yerleşmişti.
Nedense kış ayları bana çocuklukluğumun huzur dolu, sıcacık günlerini, gençlik yıllarımın heyecanını normalde olduğundan daha fazla hatırlatır ve kendimi sık sık o tozlu raflara çoktan kaldırılmış rengarenk günlerin içinde bulurum.
Yoğun çalışma hayatının içine sıkışıp kalmış yorgun bir öğretim üyesi olmamdan mıdır bilmem Beykoz'daki konaktaki o günleri, ablalarımı, annemi, ilk aşkımı, geniş ailemizi, her şeye rağmen huzurlu yaşantımı bugünlerde daha sık düşünmeye başladım. Uzun düşünme seanslarından sonra o günleri anlatabilecek tek tanık olarak bunları yazmam gerektiğine karar verdim.
Kıvırcık uzun saçlarımı sağ elimle geriye doğru atarak bileğimdeki deri kayışlı saatime bakıyorum beşe gelmek üzere. Birazdan Lale neşeli sesiyle odama gelecek, bu saatlerde içmeyi annem sayesinde alışkanlık haline getirdiğim lavanta çayımı getirecek, birlikte sıradan hayatlarımızı konuşmaya dalacak ve saatin 17.30 olmasıyla otoparktaki arabalarımıza doğru yol alıp sabah tekrar gelmek üzere evlerimize dağılacağız.
Masamın yanında duran çantamı alıp ajandamı ve bilgisayarımı yerleştirdikten sonra sandalyeme gömülüp Lale'nin gelmesini bekliyorum. Kısa bir sohbetten sonra birlikte çıkıp milyonuncu kez yaptığımız gibi arabalarımıza doğru hızlı adımlarla yürüyoruz ve birkaç dakikada yoğun trafiğin içinde buluyoruz kendimizi.
Eve vardığımda ilk işim ılık bir duş almak ve gündelik işler için gelen yardımcım Ayşe hanımın yapıp buzdolabına kaldırdığı yemekleri ısıtıp Tv karşısında yemek olurdu. Ama bugün içim içime sığmıyor, hemen üzerimdeki siyah kumaş pantolon ve gri saten gömleğimden kurtulup rahat bir şeyler giydikten sonra salonumdaki ahşap büyük masaya kurulup bir an önce hikayemi yazmaya başlamak istiyorum. Biliyorum artık zamanı geldi, benim hikayemi, annemin, ablalarımın yani bizim hikayemizi anlatmanın... O zaman en başından, hala hasretini çektiğim çocukluğumdan başlıyorum.Beykoz'da tarihi bir konakta 1980 yılı Şubat ayında ailenin son çocuğu olarak dünyaya gözlerimi açmışım. Babam ben doğmadan birkaç ay önce vefat ettiği için baba kavramının ne olduğunu evdeki yardımcımız Züleyha'nın eşi Halil efendiden öğrenmiştim. Halil efendi etliye sütlüye karışmayan, arada bir kızı Melike ve bana çarşıdan çikolata getiren, bahçede yağmur çamur demeden sigarasını tüttüren, çok nadir konuşan, nadir gülen hemen hemen hiç sinirlenmeyen, arada bir bahçede oynarken başımızı okşayan bir adamdı. Okula başladığım yıllara kadar tüm babaları Halil abi gibi sanırdım ama sonra sınıftaki arkadaşlarımın babalarıyla tanıştıkça öğrenmiştim ki tüm babalar Halil abi gibi değildi.
"Anne" deyince ise bizim evde akan sular dururdu. Evin yöneticisi, babası, bazen aşçısı, bazen bahçıvanı, bazen şoförü, ama her zaman şefkatli gözleriyle bizlere bakan, kahkahalarıyla hayat bulduğumuz, yazın serinliğinde, kışın sıcaklığında dinlendiğimiz limanımızdı, annemizdi o bizim. Her ay başı girişteki mermer masanın başında hesap makinasıyla saatlerce hesap kitap yapar sonra ablalarımı, Kenan abiyi ve beni yanına çağırır zarflara pay ettiği harçlıklarımızı verir bazen yanaklarımızı okşar çoğu zaman da saçlarımızdan öperdi. Çoktan neyi nereye harcayacakları belli olan ablalarımın gözlerindeki mutluluğu görünce annem gözüme gerçek bir kahraman gibi görünür, sırtındaki yüklerin ağırlığını hiç fark etmez küçücük bedenimi sandalyesine doğru yaslar başımı omzuna koyarak tebessümle işini bitirip beni kucağına almasını beklerdim. Neredeyse her zaman işini bitirmeden dayanamaz, gözlüklerinin üzerinden kocaman gülüşüyle bana bakıp başını alnıma yaslar ve beni kucağına alır işine öyle devam ederdi. Tüm babaların birbirine benzediğine emindim ama bilirdim ki benim annem kimselerin annesine benzemezdi. Kestane rengi koyu uzun saçları her daim muntazam şekilde taranmış, kahverengi iri gözlerine kalem çekilmiş, yanaklarına hafif bir allık sürülmüş, tertemiz, ütülü elbiseleriyle her sabah bizi yemek odasındaki kocaman masanın başında karşılardı. Bazı geceler beni salondaki yağ yeşili sedirin üzerinde dizlerinde saçlarımı okşayarak uyuturdu. Ablalarımın neşeli kahkahaları, Kenan abinin bitmek bilmeyen anılarını dinleyerek uykuya dalardım. Annem yatmaya giderken beni uyandırır, ben de küçük kollarımı boynuna dolayıp uykulu sesimle "birlikte uyuyalım mı anneciğim" der yüzümü gül kokulu boynuna gömerdim. Beni hiç kırmaz, duvarları gül kurusu rengiyle boyanmış, her zaman en rahat uykularımı uyuduğum o büyülü odasındaki kocaman yatağa yatırır saçlarımı öpüp, okşayarak uyuturdu beni. İşte sadece o günler annemi pijamalı gördüğümden onun ütülü şık elbiselerle uyumadığına ikna olurdum.
Büyük ablam Yasemin en büyüğümüz olmasına rağmen evin en nazlısı, en narini ve en çok üzerine titrenileniydi. En güzel ipek elbiseler ona alınır, her şeyi yemediğinden en çok onun sevdiği yemekler yapılır, bir dediği iki edilmezdi. Her hafta Züleyha abla saçları için papatya suyu kaynatır, banyosundan önce saçlarına türlü yağlar, kremler sürer, adeta bir prensesi hazırlar gibi bir tören edasıyla hazırlardı onu. Gece siyahı ipek gibi saçları, iri kahverengi gözleri, karakteristik burnu, dolgun pespembe dudakları, narin elleri, incecik beliyle masallardan fırlayan prenseslerden hiçbir farkı yoktu. Sadece dış görünüşüyle değil oturup kalkışıyla, konuşurken seçtiği kelimelerle, sakin yumuşak sesiyle, ölçülü gülüşüyle bile bu zamana ait olmadığına, geçmiş zamanlardan gelen bir prenses olduğuna inandırıyordu bizleri. Bazen o hazırlanırken yatağının üzerine kurulur, ellerimi çeneme dayar hayranlıkla onu seyretmeye koyulurdum. Mis kokulu Yasemin çiçeği parfümünden bazen bana da sıkar ben de koşarak Defne ablamın odasına gider gururla bluzumu ona koklatırdım.
Defne ablam gözlerini devirir bir hışımla odadan çıkıp Yasemin ablamın odasına dalar "daha dün istedim çok kıymetli parfümünü ama kullanmama izin vermedin şimdi Yazgı'ya sıkmışsın" diye kendi kendisinin çalıp oynayacağı bir kavgayı başlatırdı. Yasemin ablam hiç oralı olmaz çantasını aldığı gibi mis kokusunu yaya yaya merdivenlere doğru yönelirdi. Bu sessizlik Defne ablamı daha çok çileden çıkarır, bağıra çağıra söylenerek hazırlanmaya devam ederdi. Sonunda seslerden rahatsız olan annemin sesi merdiven başından duyulur Defne ablam da "aman bir şey demedik prenses kızına" deyip sessizce onu izleyen bana sinirli sinirli baktıktan sonra da dayanamayıp gülmeye başlardı. Küçük bir gıdıklama ve öpüp koklaşma faslından sonra beraber merdivenlerden kayarak neşeyle kahvaltıya inerdik.
Defne ablam aslında en güzelimizdi. Siyahtan kahveye kaçan hafif dalgalı saçları, yemyeşil iri gözleri, tel tel ayrılmış kıvrık kirpikleri, pembe dudakları, inci gibi dizilmiş dişleri, çenesindeki o belli belirsiz gamzesi ve sol yanağının altındaki küçük beni... Gülünce dudaklarının kenarında oluşan ince kıvrımlarla bile, hemen hemen hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan insanları etkileyecek kadar doğal büyüleyici bir güzelliği vardı. Ama o bunun hiç farkında değildi. Bunu önemsemiyordu ya da tam tersi güzelliğinin o kadar farkındaydı ki herkes tarafından her şekilde kabul göreceğini düşündüğünden olacak ki ele avuca sığmaz, kural tanımaz, kafasına estiği gibi, kendi doğrularınca yaşayan, kimsenin ne düşündüğünü umursamayan bir özgüvene sahipti.
Odası duvardan duvara kocaman bir kütüphaneyle kaplıydı. O kadar çok okurdu ki bazen biz yemeğe çağırmasak yemeği içmeyi bile unuturdu. Öyle büyük laflar eder, aklına yatmayan her şeye özellikle de adaletsizliğe öyle bir meydan okurdu ki onun büyüyünce cumhurbaşkanı bile olabileceğini düşünürdüm çocuk aklımla. Bizim evden dünyaya açılan bir pencere gibiydi. Ev dışındaki tüm havadisleri ilk ondan dinlerdik. Esprileri, bitmek bilemeyen enerjisi, olur olmadık zamanlardaki fevrilikleriyle ama her şeye rağmen sevgi dolu pamuk kalbiyle evimizin neşesiydi o. Yasemin ablama ne kadar hayranlık duysam da en çok Defne ablamı severdim ben. Öfkesi de sevgisi de her zaman içten, her zaman sahiciydi.
Ablalarım, annem dışında bizimle birlikte yaşayan bir de Kenan abi vardı.
Kenan abi dayımın tek çocuğu annemin de tek yeğeniydi. Dayımın eşi Feriha yenge kanserden vefat ettikten sonra dayım ve Kenan abi yapayalnız kalmıştı. Dayım subay olduğundan ve tayin yüzünden şehir şehir gezdiğinden annemin teklifiyle Kenan abi sekiz yaşındayken bizimle birlikte yaşamaya başlamış. Annem için Kenan abi çok değerliydi, onu bizlerden asla ayırmaz hatta bizden daha çok ihtimam gösterip, üzerine titrerdi. Kenan abi de annemi çok sever, sevgi saygıda asla kusur etmez, sık sık elinde annemin en sevdiği çiçek olan nergislerle eve gelirdi.
Upuzun boyu, geniş omuzları, simsiyah dolgun saçları, kömür gibi anlamla bakan gözleri, ciddi yüz ifadesi, biçimli vücuduyla asker olmak için doğmuş gibiydi. O da babasının izinden gidecek aile geleneğini devam ettirip subay olacaktı ileride. Çok severdim Kenan abiyi, öz abim olsa herhalde bundan daha fazla sevemezdim onu.
Yasemin ve Defne'yle birlikte aynı kolejde okumuş, sonrasında hepsi ilgi alanlarına göre farklı liselere yerleşmişlerdi. Yasemin ablam, tabii ki zarafetine yakışır bir seçimle özel bir Fransız lisesine yerleşmişti. Orayı başarıyla bitirdikten sonra hepimizi şaşırtarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne yerleşmişti. Biz okul bitene kadar ha bıraktı ha bırakacak diye beklerken prensesimiz büyük bir şevkle çalışarak okuluna devam ediyordu. Yasemin ablam üniversiteye başladığı zamanlarda ben henüz on yaşlarındaydım. İstisnasız her akşam yemeğinde onun okul anılarını hep birlikte dinlerdik. Ben de üniversite nasıl bir yer acaba diye hayallere dalardım. Üniversite benim gittiğim ilkokula göre devasa kapılı, kocaman bahçeli, içerisinde sakallı kocaman genç delikanlıların, güzel kızların dolaştığı, öğretmenlerden herkesin çekindiği ve öğrencilerin de yazı yazarken silgiye gereksinim duymayacak kadar profesyonel oldukları bir yermiş gibi gelirdi bana. Bir gün benim de o kocaman kapılı, kocaman bahçeli yerde olacağımı düşünür heyecan ve korkuyla kalbim küt küt atmaya başlardı.
Yasemin ablamın arkadaş çevresi çok geniş olduğundan bazı hafta sonları eve arkadaşları gelir Züleyha ablanın hazırladığı birbirinden güzel ikramlıkları yer, odasında saatlerce sohbet ederlerdi. Hava güzelse bazen birlikte bahçedeki havuza girerlerdi işte o zaman biz de Melike'yle aralarına dahil olurduk. Ablam genelde arkadaş gruplarının içine bizi dahil etmek istemezdi. Arada bir izin verip bizim de onlarla oturduğumuz kısa zamanlarda da okuldaki yakışıklı erkeklerden, yeni çıkan makyaj malzemelerinden, aldıkları elbiselerden falan bahsederler ben ve Melike'de şaşkın bakışlarla, ağzımız açık bir şekilde merakla onları dinlerdik.
Yasemin ablam üniversite yıllarının tadını çıkarırken Defne ablam harıl harıl üniversite sınavına hazırlanıyordu. Kenan abiyle büyük salonda saatlerce güle oynaya bazen de küse barışa ders çalışırlardı. Aralarında yalnızca bir yaş olduğundan ve her şeyi birlikte yaptıklarından ders notlarından tutun da okul formalarının tertibine, arkadaş çevrelerine kadar annem kıyaslardı onları. Defne ablamla annem liseyi birlikte okudular desem herhalde abartmış olmam. Neredeyse her hafta bir vukuatla geldiğinden zavallı annemin üç senesi müdür yardımcıları ve müdür odalarında dil dökerek ve konuşmanın yetmediği durumlarda da bağışlar yaparak ablamın başını kurtarmakla geçmişti. Ama pamuk kalpli annem ortanca çiçeğine hiç kıyamaz arada sırada ablamı yüksek sesle uyarmaktan bazen de küçük cezalar vermekten başka bir şey yapmazdı. Haşarılığına rağmen derslerindeki başarısıyla her sene onur öğrencisi olmayı bir şekilde başaran Defne ablamın o zamanlarda tek ideali hukuk fakültesini kazanıp avukat olmaktı. Lise yıllarının büyük bir kısmının müdür odalarında geçmesinin aslında tek sebebi haksızlığa, adaletesizliğe asla boyun eğmeyen asi tavrıydı. Kendince masumların yanında durur, gerektiğinde küçük ama güçlü bedeniyle erkeklerle bile kavgaya tutuşmaktan geri durmazdı. Bu yüzden de başı beladan kurtulmazdı bizim ortanca çiçeğimizin.
Bana gelecek olursak bunca meziyetlere sahip aile üyelerimin yanında benim hiçbir sayacağım özelliğim yok gibiydi. Karışık kıvırcık saçlarım, küçük gözlerim, yıllar boyu tel takmak zorunda kaldığım çarpık dişlerim, zayıf bedenimle pek de güzel sayılmazdım. Beş yaşımdan beri komşumuz Bayan Lemonya hanım'ın kızı Maria'dan Piyano dersleri alıyordum. Müziğe olan tutkumdan, sesimin de fena olmamasından güzel sanatlar lisesine devam edip iyi bir piyanist olmak istiyordum. Annem müzikle hobi olarak ilgilenmemi, ablalarım gibi herkesçe kabul gören, elle tutulur kısacası sıkıntıya düşmeden para kazanabileceğim mesleklerden birini seçmemi istiyordu ama benim kararım kesindi. O yaşlarda insan her şeyi yapabileceğine, hayatını istediği gibi şekillendireceğine o kadar inanıyor ki aksini düşünmek aklına bile gelmiyordu.
O yaz konak kocaman bir dershaneye dönmüştü sanki. Ben güzel sanatlar lisesi yetenek sınavlarına, Yasemin ablam uzmanlık sınavına, Defne ablam hukuk fakültesi için üniversite sınavına, Kenan abi ise Subaylık sınavına harıl harıl hazırlanmakla meşguldük. Sadece kahvaltı ve akşam yemeklerinde bir araya geliyor onda da hızlıca yedikten sonra hemen odalarımıza çekilip çalışmaya devam ediyorduk. Hayatlarımızın o yazdan sonra dönülmez yollara gireceğini, bir daha eskisi gibi huzur içinde aynı masada toplanamayacağımızı bilseydik acaba yine böyle mi geçirirdik o günleri? Hep geleceği düşünmüştük. Anı yaşamayı öğrenmek mi gerekiyordu acaba? İşte bunu yaşamadan ne yazık ki hiç bilemeyecektik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Kış Gecesi Rüyası
RomanceHayatı dümdüz hiç yokuşlara sapmadan yaşayan insanların anlatacak bir hikayesi yoktur.