Mesaimin bitmesini istiyorum artık.
Masamda saniyeleri tek tek sayan saati gözlerimle takip ederken yerimde rahatsızca kıpırdanıyor ve yeni bir iş gelmemesi için kapıyı kontrol ediyorum. Bakışlarım öyle hızlı ki sanki kapıya bakarken yakalanırsam biri içeri girecek ve adımı seslenip buradaki işimi uzatacak.
35 saniye.
30 saniye.
Mesai saatimin bitiminden bir dakika bile önce çıkmadığım iş hayatım bugün sınırlarını inanılmaz derecede zorluyor. Maddi ve manevi kavramlar zihnimde öyle karışmaya başlıyor ki iş yerimde yaşadığım yoğun üzüntü ve öfke; kişiler ve zihnimden uzaklaşıp bu duvarlara, masaya, belki de ayaklarımı bastığım zemine bulaşıyor, zihnimin düşmanının sadece bu mekanla sınırlı olduğuna inanmaya başlıyorum. Buradan kaçıp kurtulmanın benim için özgürlük olacağına eminim artık. Dışarı çıkacak, soğuk havayı içime çekecek, belki de bir sigara yakıp kafamı dağıtacağım. Yalnızca bit artık.
20 saniye.
Bu düşüncelerin ne kadar etik olduğunu vicdanım ve düşüncelerim aralarında tartışmaya başlarken kaşlarımı çatıp önümdeki kağıdı rastgele karalıyorum. Eğer herkes böyle işinden kaçmaya çalışırsa hayat nasıl ilerleyecekti ki? Ya son saniyede bir iş alır ve bunu isteksiz yapmaya başlarsam? Karşımdaki kişiye yeterli olamazsam ve onu daha da zor durumda bırakırsam? Peki ya benim ruh halim ne olacak? Ruh halimi önceliklerimin arasına koyabileceğim bir meslek içinde miydim? Kendimi ne sanıyorum ki?
15 saniye.
İzafiyet teorisini daha da iyi anladığım saniyelerde Eriyen Saatler tablosu için ne kadar yerinde bir figür olacağımı düşünmeye başlıyorum. Sonsuzluk içinde çaresizce kıvranışlarım zamanın içinde nasıl da hapsolduğumu kanıtlar nitelikte.
10 saniye.
Zaten çoktan topladığım eşyaları bir kez daha kontrol ederken kısaca iş arkadaşlarıma bakıp analiz etmeye çalışıyorum. Bu bıkkınlığımı sezmiş olabilirler mi? İçimde hala çırpınan yaralı savaşçı onlara istediklerini vermemem için uğraşıyor. Burada kasılıp kaldığımı ve her beş saniyede bir saati kontrol ettiğimi fark ederlerse ne düşünürler? Belki de mesai saatim bittikten beş dakika sonra çıkmalıyım, böylece hala işimi bana ne kadar zehir ettiklerini anlamazlar. Ama bu anı yaklaşık üç saattir bekliyorum ve beş dakika daha beklersem stresle boynumu kaşıyışlarım dikkat çekecek. Belki de çoktan kanamaya başladılar. Ellerini boynundan çek.
Bitti.
Arkana bakmadan binayı terk et.
Derin bir nefes alarak büyük bir adımla merkezden çıktığımda gözlerimi büyütmüş ve sigara paketimi çıkarıp başımı sağa sola sallamıştım hızla. Gittikçe altında ezildiğim düşüncelerin yavaşça dağıldığını hissediyor, yorgun gözlerimin kendiliğinden kapanışına şaşırıyordum. Ta ki o sesi duyana kadar.
"Hey, Chris!"
Henüz kapattığım gözlerimi açtığımda arabamın yanındaki Changbin ve Ailian'ı fark etmiştim. Her zamanki gibi tüm duygularını saklamak üzere yüzüne yaptığı simsiyah makyaj ve üzerine giydiği koyu renkli kıyafetlerle kendini belli ederken üstüne geçirdiği beyaz mont kafamın karışmasına sebep olmuştu. Asla beyaz giymezdi bu çocuk normalde ama, neyse dedim kendi kendime.
VE YANINDA İSE DÜNYA ÜZERİNE, DAHASI EVİME İNDİRİLMİŞ BİR MELEK VARDI.
İş yerinde geçirdiğim yorucu günün ardından bu manzarayı görmek kalbime bir su gibi serpilirken parlayan gözlerimle pembe paltolu kızımı incelemeye başlamıştım. Arkada birleştirdiği elleriyle ileri geri sallanıyor, saklayamadığı gülümsemesini saçlarıyla örtmeye çalışıyordu. Oldukça heyecanlıydı, belliydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
how i met your father (chanlix)
Fanfictionİntihar düşünceleri ile dolu bir polisken hayatıma girmişti kızım. Ve peşinden de dünyadaki en hayat dolu adamı sürüklemişti yanıma. Ve bu hikaye, kızımın babasıyla nasıl tanıştığımı anlatıyor. Korkmayın, o kadar da kötü değil. [bangchan × felix]