İnanç geldiğini belli etmek için kornaya bastı. Hava yağmurluydu o gün. Balın yağmurluğunu giydi, çıkmadan son kez aynaya baktı. Kendini iyi hissetmeye ihtiyacı olduğundan giyimine özen gösterirdi. Ancak hiçbir zaman alımlı, şık, vitrinden fırlamış hemcinslerine benzemedi. Onu görenler yüz metre öteden gazeteci olduğunu anlardı. Rahat giyinmeyi severdi. Ancak kendine özgü tarzıyla her zaman dikkatleri üstüne çekerdi. Güneşin koyu turuncusu sanki onun saç renginden ilham almış gibiydi. Kıvırcık, omuzundan dökülen o alev rengi saçları bazen on yaşında sevimli bir kız çocuğunu anımsatırdı. Nasıl oluyorsa o kız çocuğu kimi zaman da gayet cesur, kendinden emin, insana huzur veren olgun bir kadına da dönüşebiliyordu. Kimsenin anlam veremediği bir çekiciliği vardı. Hiç çaba harcamadan elde ettiği bir cazibeydi bu. Karanlığı mı, kolay kolay sarsılmaz yapısı mı yahut soğukkanlılığı mıydı insanı girdabına çeken bilinmez ama gizli bir bağımlılık yaptığı gerçekti. Hatta çoğu zaman İnanç bile gözlerini Balın'dan alamaz, ağzından bir anda iltifatlar dökülürdü. İnanç'ın gevşekliğini bilmese kendisine sulandığını düşünebilirdi.
Sevgili iş arkadaşını daha fazla bekletmemek için kahve termoslarını kaptığı gibi aşağı indi. Arabaya bindi. Henüz kendine gelemediği için buz gibi bir "Günaydın!" dedi. Artık onun bu sabah hallerine alışan İnanç, Balın'ın kahvesini içip kendine gelmesini bekledi. Elindeki termosun birini İnanç'a uzattı. "Şoförlüğümü yapan arkadaşımı da düşünmeliyim ama değil mi? " dedi zorla gülümseyerek. CD çalara Deep Purple'ı taktı. " Child İn Time" arabanın camlarına çarpa çarpa Balın'ın ruhuna dolmaya başladı. Kahvesini yudumladıkça kendine gelen Balın, yavaş yavaş konuşmaya başladı. " Şu milletvekillerinin ani istifaları hakkında sen ne düşünüyorsun, sence seçimleri etkiler mi?" dedi. " Aaa! Tabi ya senin dün yayınlanan haberin... Yine tutamamışsın sivri dilini. Bak seni uyarıyorum, hükümeti bu şekilde eleştirmeye devam edersen kendini magazin bölümünde çalışanların yanında bulacaksın. Uyarmadı deme." Kahkaha attı Balın. O bölümde çalışacağına pazarda limon satmaya razı olacağını, gülse de aslında gayet ciddi olarak dile getirdi. Hem istediği gibi düşüncelerini ifade edemedikten sonra ne diye bu mesleği yapıyordu ki? Zaten asabını bozacak derecede yasaklar peyda olmuştu. Daha fazlasına tahammül edebileceğine ihtimal veremiyordu. Onun asi ruhuna aykırı bir yaşam biçimiydi böyle tehditlerle iş yapmak. Yasaklar... Sadece iş yaşamını değil, kimi zaman özel hayatını da daraltılmış hissederdi. İşte o zamanlarda kendini yerin yedi kat dibine hapsedilmiş, zavallı bir hayvandan farksız olarak görürdü. Bunu ona her kim hissettirirse tüm ilişkisini askıya alacak kadar mesafe koyardı.
İstanbul'un kahredici trafiği yağmurla birlikte daha beter bir hal almıştı. Her sabah yaptığı gibi trafiğe sıkışmış insanların sıkışmış ruhlarını camdan izledi. Herkes ne kadar da mutsuz görünüyordu yine. Tıpkı kendisi gibi... Resmen içini kasvet kaplamış, camların buğulanması ruhunu mengeneye sıkışmış gibi hissetmesine sebep olmuştu. Bunaltıcı bir yolculuğun arkasından Şişli'deki gazete binasına sonunda varmışlardı. Her sabah olduğu gibi binanın güvenliğinden sorumlu Sinan karşıladı onları. Yine gevrek gevrek gülerek "Günaydın Balın Hanım, hoşgeldiniz." dedi. Kanı pek kaynamazdı Sinan'a ama nefret de etmezdi. Kendi halinde biriydi. Hem bu halleri Balın'ı güldürürdü. Bu genç yaşında üç çocuk babası olmuş, tam bir Anadolu insanıydı. Bu şehir onun doğallığından hiçbir şey çalmayı başaramamıştı. Ekmek kavgası deyip çoluk çocuk İstanbul'un yolunu tutanlardandı. Azimliydi de... Tuttuğunu koparan, gözü pek bir adamdı. Şimdiden binanın güvenlik şefi olmuştu. Bu özgüven yüzüne öyle bir yansırdı ki "Gözünün görebildiği yerler hep benim." der gibi bakardı.
Günaydın faslı bittikten sonra İnanç'a " Öğle yemeğinde görüşürüz, bugün çok yoğunum. Randevuları ayarlamam lazım." diyerek odasına geçti. "Tamam, yemekte görüşürüz." diye yanıtladı fakat Balın o kadar hızlı ayrılmıştı ki yanından bu cümlenin yarısını ancak duyabilmişti. İş yerine geldiği gibi bambaşka bir insana dönüşüyor çünkü iş yoğunluğu ona iyi geliyordu. Onun için gerçeklikten kaçmanın, canını acıtan tüm kabuslardan kurtulmanın tek yolu buydu. İç dünyasından bihaber iş arkadaşları ise onun yalnızca işkolik olduğunu zannediyorlardı ve onun bu tavrına alışmışlardı artık.
İlk işi bilgisayarını açmak oldu. Maillerini kontrol ettikten sonra yazı işleri müdürüyle küçük bir toplantısı olduğunu hatırladı. Saatine baktı, daha yirmi beş dakikası vardı. Bu arada gelen postaları kontrol etmeye karar verdi. İki günde ne çok posta gelmişti. Hızlıca zarflara göz gezdirmeye başladı. Dikkate değer çok bir şey görememişti. Çoğu reklam tanıtımları, davetler, kokteyller... Ancak bir zarfa gözü takıldı. Çünkü üzerindeki isim ve adres bölümü el yazısıyla yazılmıştı. Bunun herhangi bir kurumdan gelmiş olmayacağını düşündü ve ucu görünen zarfı diğerlerinin arasından çekip hemen eline aldı.
Gözlerini kapattı. Tahmininin doğru çıkmamasını diliyordu. Ancak tam isabet... Mektubun Suat'tan geldiğini bilmesine rağmen yaşadığı şaşkınlıktan zarfı açamadı hatta açmak ya da hiç okumadan çöpe atmak konusunda gel git yaşadı. Bir eliyle zarfı tutuyor bir eli çenesinde masasına dayanmış düşünüyordu. Tam o sırada odasının kapısı açıldı. Birkaç seslenmeden sonra Berna: " Balın! Kime diyorum? " dedi. Olduğu yerden sıçradı. Fena yakalanmıştı. Sevmezdi derdini, sıkıntısını, zayıf yanlarını göstermeyi; bu en yakın arkadaşı Berna bile olsa. Zaten Berna'nın Balın'dan yana en muzdarip olduğu konuydu. Bir derdi olduğunu anladığında ona anlattırana kadar akla karayı seçerdi. Aslına bakılırsa çok da bozulurdu bu duruma. "Ben sana güven mi vermiyorum yoksa derdini anlatacak kadar önemsemiyor musun beni?!" derdi her seferinde. Balın bu konuya onu kırmayacak biçimde açıklamalar getirmeye çalışsa da ikna edemezdi. Oysa gerçekten Berna onun için önemliydi. Kıymet de veriyordu fakat dertlerini dillendirmekten korkardı Balın. Sanki konuşursa o dertler kocaman canavarlara dönüşüp onu yutacaktı. Kendi içinde halletmeye çalışır, başkasıyla konuşmaktansa içini yiyip bitiren sıkıntılarla konuşmayı tercih ederdi. Bir nevî meydan okumaydı bu. Başka bir deyişle: "Bakın burdayım, tek başımayım ve sizden korkmuyorum!" du. Bazı noktalarda katıydı. Kimsenin iç dünyasına girmesine, kendi yarattığı evrende elini kolunu sallaya sallaya gezinmesine izin vermiyordu. Sınırları hep vardı, kendini bildiğinden beri. Bu dünyanın, yarattığı hayal aleminin,bu yaşına kadar gelmesinin ve bu denli yüksek duvarlar örebilecek kadar güçlenmesinin tek sebebi vardı: Ailesinin; hayallerinin üstüne basmaması, yarattığı dünyayı tanıyıp kabul etmesi... Çocukken bile böyle saygılı davranmaları, onu önemsemeleri onlara karşı hep müteşekkir kılmıştı Balın'ı.
"Ne oldu Berna? Ödümü kopardın." dedi. Toplantıyı hatırlatmaya geldiğini söyledi can arkadaşı. "Aklımda canım merak etme, şimdi geliyorum. Sen çık." dedi sakin, dalgın bir sesle. Berna yine bir şey olduğunu anlamıştı ama ne olmuş olabilirdi ki şu iki günde diye düşünmekten kendini alamadı. İki günde ne olduğunu düşünüyordu, sadece hafta sonu görüşmemişlerdi fakat onu bu hale getiren sadece aşağı yukarı beş dakika öncesiydi.
Berna, Balın'ın on yıllık arkadaşıydı. Üniversitede tanışmışlardı. Fakat onun için sadece sınıf arkadaşı demek hakaret olurdu. Beş yıl, yirmi dört saat bir arada yaşamışlardı. Hem sınıf arkadaşı hem ev arkadaşı hem de can yoldaşıydılar. Birbirlerinin nefes alışlarından o günkü ruh hallerini anlayacak duruma gelmişlerdi. Gerçek bir dostluktu onlarınki. Sadece eğlenmek, gezmek tozmak değildi yaptıkları. Az mı kavga etmiş az mı aşk acısıyla birbirlerinin sarhoş hallerini çekmişlerdi. Zaten o beyin yakan, insanda yaşam sevinci bırakmayan hallerini onlardan başka kimse de çekmezdi. Ara sıra o günleri anarlar, kahkahalarını gözlerindeki bulutlar izlerdi. Çok şey değişmişti o zamandan bu yana. Balın o yıllardaki neşesinden dolduramamıştı heybesinin bir köşesine. Artık onun için her şey çok daha ciddiydi. Zor bulurdu olayların komik yanlarını. Balın'daki bu ruhsal değişikliğin sebebini bilen ender insanlardandır Berna. Bazen arkadaşının yaşadıklarını düşünür, elinden bir şey gelmediği için kendine kızdığı da olurdu.
Bir süre daha masasında oturan Balın, hemen silkelendi ve kendine geldi. En çok da bu yanını seviyordu. Artık sıkıntılarını yönetebiliyordu. Onları müsait bir zamanda düşünmeliyim, şu an işime odaklanmalıyım diyebiliyordu. Bu alışkanlığını üniversitedeki Adile Hoca'ya borçluydu. Çok severdi hocasını. Bir öğrencinin hocasını sevdiği çok nadir görülen bir şeydir, hele de Balın için. Fakat anlam veremediği bir sevgisi ve saygısı vardı hocasına karşı. Anlam veremediğini söylese de çok fazla takdir ettiği ve onu etkileyen yönleri vardı aslında. Her şeyden önce öğrencilere önyargılı yaklaşmazdı. Çoğu akademisyen gibi siyaset peşinde koşmazdı mesela. İnsanın kimliğini değil, kişiliğini önemserdi ve bunu laf olsun diye değil gerçekten böyle düşündüğünden yapardı. Kıymet verdiğini hissettirirdi. Şimdi komik gelse de o zaman her öğrenci için önemli olan not kavramıyla kimseyi tehdit etmezdi. Gerçekten öğretmeyi amaç edinmiş mütevazi, zarif bir insandı. Tasavvufla ilgilendiğini bilirdi. Kendisi de bir dönem çok merak ettiği için bununla ilgili birçok kitap okumuş, edebiyat bölümünden arkadaşlarıyla sohbetler etmişti. Bu sebeple bu felsefeyi gerçekten yaşam biçimi haline getirmeyi başardığını biliyordu. Hatta bir dönem hocasına çok imrendiğini bile hatırlıyordu. İşte yine sıkıntılarıyla boğuştuğu bir zamanda fark etmişti hocası onun bu durumunu. "Her insanın sıkıntıları olabilir fakat onları yönetebilmelisin. Senin iş hayatına, eğitim hayatına müdahale etmelerine izin verme. Sırtındaki küfeye doldur hepsini. İşin bittiği vakit dök küfenin içindekileri önüne. İşte o zaman ayıklamaya başlayabilirsin." demişti. Tabi bunu uygulamak öyle hemen ve kolayca olmamıştı. O zamanlarda olacağına da inanmıyordu zaten. Ancak nasıl olduysa artık yapabiliyordu. Yıllar geçmesine rağmen unutmuyordu hocasının bu öğüdünü. İşte bu yönünü kullanarak hemen kendine geldi ve toplantı salonunun yolunu tuttu. Bugün çok yoğundu ve bu mektup işini ertelemeliydi. Belki akşam eve gittiğinde belki de kendini hazır hissettiğinde...
Toplantı salonuna girdi. Herkes yerine oturmuş, yazı işleri müdürü Muhsin Bey'in gelmesini bekliyordu. Herkese günaydın dedikten sonra Berna'nın yanına oturdu. Berna hala onu süzüyor, neyi olduğunu anlamaya çalışıyordu. O sırada Muhsin Bey içeri girdi. Hızlı bir şekilde hâl hatır sorduktan sonra toplantıya başladı. Gündemin bu aralar çok yoğun olduğunu, takip edilmesi gereken pek çok konu olduğunu anlatıyordu. Bu dönemde herkesin daha fazla mesai harcaması gerektiğini yetkili edasıyla değil, naif bir ses tonuyla rica ederek dile getirdi. Zira kendisi de kaba bir insan değildi. Seçimlerin yaklaşıyor olması, dönen yolsuzluk haberleri, partiler arası çekişmeler, yeni oluşumlar ve bunların takibi için görevlendirmeler toplantının gündem maddeleriydi. Herkesin yapacak çok fazla işi olduğundan " Arkadaşlar hepinizin işini her zamanki gibi özenle yapacağını biliyorum, sizden ses getirecek haber yazıları bekliyorum. İyi çalışmalar." diyerek hızlı bir şekilde toplantıyı sonlandırdı. Çıkmadan, Balın'a "Seni odamda bekliyorum." dedi. Evraklarını odasına bıraktıktan sonra müdürün yanına giden Balın, kapıyı çaldı ve içeri girdi. "Evet patron, beni emretmiştiniz." dedi yine muzipçe gülerek. "Gel bakalım evlat." dedi gülüşüne tebessümle karşılık vererek. Kimse yokken, aralarında ast- üst ilişkisi yoktu. Çünkü Muhsin Bey, babasının kadim dostuydu. Balın'ın doğduğu günü bilirdi. Sık sık evlerine gelir, babasıyla sabahlara kadar uzun sohbetleri olurdu. Girdiği her yeni yaşın şahidiydi. Çalışanların yanında müdür, yalnızken bir babaydı. Balın babasının emanetiydi ona. Akla geldiği gibi torpille falan girmemişti işe. Balın zaten oldukça yetenekli, kalemi güçlü bir gazeteciydi. Staj döneminde kendini ispatlamıştı. Okulundan birincilikle mezun olmuş, İngiltere'de master yapmıştı. Dolgun ve başarılı bu özgeçmişle hangi gazeteye gitse eli boş dönmezdi. Ancak babasının onu Muhsin'e emanet etmesi sebebiyle başka gazetede çalışma ihtimali sıfıra düşüyordu. Biliyordu ki Muhsin Bey onu yanından ayırmamak için hangi gazeteye iş başvurusu yapsa işine taş koyacak, arkadaşları aracılığıyla işe başlamasına mani olacaktı. Bir nevi mecbur bırakılmıştı burada çalışmaya. Bu durumun yayılmaması için gereken hassasiyeti her ikisi de gösteriyordu çünkü Balın'ın hak ettiği başarı ve zamanı gelince alacağı terfiler torpil iddialarıyla gölgelenmemeliydi. Zaten bu tarz bir yükseliş hiç de Balın'a göre değildi. "Balın, senden şu ERT HOLDİNG ile ilgili çıkan kara para aklama dedikodusunu araştırmanı istiyorum. Bu konuda somut delillere ulaşırsan, yılın gazetecisi bile seçilebilirsin. Ancak başını belaya sokmak yok. Oldukça dikkatli olmanı istiyorum. Böyle bir durumun ortaya çıkması hiçbir kodamanın hoşuna gitmeyecektir. Artık böyle projelerde yer almanın zamanı geldi." dedi ona güvendiğini belli ederek. Balın çok heyecanlanmıştı. En azından güzel bir haber alabilmişti bugün. Bir an önce araştırmalara başlamak için can atıyordu. Mutluluğu gözlerinden okunur olmuş, sabahki bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Muhsin Bey anladı ki bu yaşında hayattan tüm beklentilerini silmiş olan Balın'ı yalnızca işi mutlu ediyordu.
Balın, bu holdingle ilgili dedikoduları elbette biliyordu. Zaten holding sahibinin hükümete yakınlığı, son zamanlarda çok konuşulan bir konu olmuştu.
Aksiyonu oldu olası sevmişti. Tekdüze bir yaşama veda edeli çok olmuştu çünkü. Muhsin Bey'i de tedirgin eden buydu zaten. Balın'ın ne kadar gözü kara olduğunu bilirdi ve kendine zarar vermesinden korkuyordu. Mesleğinde bunca yılda edindiği tecrübe, gerçekleri eşeleyen gazetecileri rahat bırakmadıklarını öğretmişti ona. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hrant Dink ve daha niceleri gibi...Ancak onu daha fazla dizginleyemeyeceğini biliyordu basit araştırmalarla. Babasının genlerinden sadece ufak bir parça bile almiş olsa onun cesareti, kararlılığı ve tuttuğunu koparan yapısı ele avuca sığmayan biri olduğunu açıklamaya yetiyordu. Babasının kızı dedikleri şey belki de Balın' da vücut bulmuştu.
Muhsin Bey'in yanından çıkıp odasına geçti. Masasına oturup çekmecesinden sıfır bir ajanda çıkardı. Diğer işlerinden daha detaylı bir araştırmaya girmesi gerektiğinin farkındaydı. İlk işi ajandaya tarih atıp büyük harflerle "ERT HOLDİNG ARAŞTIRMASI" yazdı. Ancak bu konuyla ilgili araştırmalarını şimdilik rafa kaldırmalıydı çünkü onu bekleyen günlük işlerini halletmesi gerekiyordu. Örneğin bu aralar sosyal medyada çokça konuşulan devletin kurumlarına ait resmi internet sitelerinin güvenlik zaiyatı hakkındaki yazısını, bir sonraki günün baskısına yetiştirmesi gerekiyordu. Güçlü bir hacker grubu dikkatleri üzerine çekiyordu bu aralar. Siyasi propagandalarını devletin internet sitelerini hackleyerek dile getiriyorlardı ki bu iş Emniyet Genel Müdürlüğünün sitesini ele geçirmeye kadar uzanınca sosyal medyanın da gündeminde baş köşeye oturmuştu. Bunu görmezden gelmek de olmazdı. Zaten bu dönemde gazetelerin de televizyonların da gündemini sosyal medya belirler olmuştu. Bu sebeple bir gazeteci bile gündemi yakalamak, halkın nabzını tutabilmek için sosyal medyayı yakından takip etmek zorundaydı. Bunun iyi mi kötü mü olduğuna henüz kanaat getirememişti Balın. Evet her şeyin hızlı yayılması, haberdar bir halk kitlesinin oluşması güzeldi fakat bu ortamlarda yayılan bilginin güvenilirliği, çok su götürür bir konuydu. O kadar çok bilgi paylaşımı vardı ki bu artık göz göre göre bilgi kirliliğiydi. Daha da kötüsü bilinçsiz okuyucunun, kaynağı bile belli olmayan bir paylaşımı ciddiye alıp her habere inanması... O zaman gazeteciliğin, doğru habercilik anlayışının ne önemi kalıyordu?
Saate baktı, işlerin içinde boğulmak üzereyken. Yemek saatinin geldiğini fark etti. Keyfi yerinde olduğu için Berna ve İnanç'ı o aradı ve arkadaşlarına yemek ısmarlamak istediğini söyledi. Tabi bunu ikisine de birbirinden söz etmeyerek yapmıştı çünkü İnanç ve Berna birbirini yemeye her an hazırlardı. Hele Berna, İnanç'ın sesine dahi tahammül edemezdi. Fakat Balın keyfi yerine gelmişken sevdiği arkadaşlarıyla güzel bir yemek planlamış ve bunun için onların atışmasına bile katlanmayı göze almıştı. Başka zaman olsa ikisini yan yana getirmeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Sanki daha ruhlar aleminde düşman kesilmişler de öyle dünyaya gelmiş gibiydiler. Birbirinden habersiz düşmanlar, yemek teklifini zevkle kabul ettiler ta ki binanın önünde karşılaşana kadar. Berna: " Senin ne işin var?" dedi sert bir ifadeyle. İnanç tam cevap verecekken Balın hemen araya girdi ve " Arkadaşlar lütfen! İkinizi de ben çağırdım, siz benim için değerlisiniz ve birlikte bir yemek yiyelim istedim. Ne var bunda?" dedi. Aslında içinden gülmek geçiyordu onların bu haline ama gülse ipler onların eline geçecekti, biliyordu. O yüzden sert durmaya çalıştı. Onları sakinleştirmeyi başardıktan sonra arabaya atlayıp ara sıra uğradıkları ev yemekleri restoranına gittiler. Öğle saati olmasına rağmen sakindi o gün restoran. Cam kenarında bir masaya yerleşip hızlıca siparişleri verdiler. İnanç'ın, ellerini yıkamaya gittiği sırada Berna : " Yemeğe yalnız çıkacağımızı sanıyordum. Sabah neyin vardı öyle? Bunu konuşuruz diye düşünmüştüm." dedi arkadaşına alındığını belli ederek. Henüz ne olduğunu bilmeden sana anlatacak hiçbir şeyim yok Berna, diyerek yanıt verdi Balın. "Yine aynı şeyi yapıyorsun! Ne zaman vazgeçeceksin gizemli kızı oynamaktan acaba?... Ya bir de başkasına değil, bana!" diye kükredi Berna. Keyfinin kaçmasını istemiyordu Balın. Bu yüzden Berna daha söylenmeye devam ederken " Suat'tan mektup geldi." dedi beklenmeyecek bir sakinlikle. Berna o kadar öfkeliydi ki Balın'ı duymadı bile. Aslında duymuş, yalnızca idrak edememişti. Beynine geç ulaşan sinyallerden sonra bir an afallayan arkadaşı : "Ne dedin?!" diyebildi sesi boğazında düğümlenmişken. Bir anda ortam buz kesmiş, derin bir sessizliğe gömülmüştü. İkisi de camdan dışarı bakıyor, göz göze gelmemeye çalışıyordu. Her gün izledikleri plaza manzarasına ilk defa görüyormuşcasına bakıyorlardı ki İnanç geldi ve böylelikle Berna şoku atlatıp ne yazmış deme fırsatını bulamadı. Bu durum Balın'ı fazlasıyla memnun etmişti. Çünkü Balın, onlara aldığı yeni görevinden bahsetmek istiyordu, Suat'tan değil. Hatta İnanç'tan birkaç taktik almak gibi bir niyeti de vardı. İnanç aklı beş karış havada biri olsa da ondan daha tecrübeliydi meslekte. Ona söyleyeceği şeyler olduğundan emindi.
Yemeğe çıktıklarındaki keyfi pek kalmasa da yine de kendini iyi hissediyordu. İnanç bu haberi sevinçle karşıladı : " Senin için büyük bir adım dostum, tebrik ederim." dedi. Berna belki başka zaman alsaydı bu haberi, arkadaşının boynuna atlayabilirdi ama Suat haberi onu daha çok etkilemişti ve henüz şaşkınlığını üzerinden atamamıştı: " Canım arkadaşım, yeni meşguliyetin hayırlı olsun; bu sefer işin daha zor." diyebildi sadece. Hatta merak duygusu içini o denli kemiriyordu ki yemek boyunca İnanç'a bir kere bile laf sokmamış, kalkana kadar sükûnetini korumayı başarmıştı.
İşe geri döndüklerinde Berna'nın havası yeniden değişmişti. Çünkü yol boyu düşünmüş ve arkadaşının hayatının yeterince zor olduğunu anımsamıştı ve bir de kendisi sorun olmak istemiyordu. Ona istediği kadar süre tanıyacaktı. Ne zaman hazır hissederse o zaman anlatsın diye düşünmeye başlamıştı.
Rutin bir günün ardından eve gitme vakti gelmişti. Başka zaman olsa hemen pılını pırtını toplar, ofisten ayrılırdı. Çünkü evde çalışmak daha iyi geliyor; sakin, rahat bir ortamda yaratıcılığı artıyordu.Ne var ki eve giderse yüzleşmesi gereken bir gerçeği tutuyordu elinde. Yaşayacağı huzursuzluğu düşündüğünde merak duygusu hiç sayılacak kadar önemsiz kalıyordu. Nereye kadar kaçabileceğini kestiremiyordu bu gerçekten. Daha fazla oyalanmak için bir bahane bulamayınca ofisten çıkmak zorunda kaldı. Zaten biraz daha kalsa herkes çıktığı için Sinan kontrol turlarına başlar, Balın'ın ofisini açık görünce uğrayıp bir dünya zırvayla başını şişirirdi. Aklına bu ihtimal de gelince hiç durmadı, çantasını kaptığı gibi kendini dışarı attı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAÇIŞ
General FictionYaşamın bir anda değişebileceğini çoğu zaman düşünmeyiz. Alınan kararlar, gelinen yol ayrımları geride başka bir hayatı bırakırdı bir daha hiç yaşanmayacak. Sadece yaşayacaklarımıza değil, yaşamayacaklarımıza da karar verirdik oysaki. Avucumuzun iç...