Sıcak çatışmanın bittiği meydan, çimeni kızıla boyayan taze kanların aktığı bedenlerle doluydu. Vücuttan fırlayan organlar ve dengesiz kuvvetin gazabıyla kopan uzuvlar ortamın rezilliğini gözler önüne seriyordu. Otların tutuşmasıyla oluşan zarif tütsüler, ölenleri son kez selamlıyor; fırsattan istifade doluşan kuşlar bu kanlı sofranın tadını çıkarıyorlardı. Bu sessiz ve donuk karmaşanın içindeki tek yaşam kırıntısı; iki dizini de yere çökmüş, kendi kendisine inleyen şanslı bir askerdi. Koyu bordoya boyanmış kalın plakalardan oluşan zırhı onu şans eseri korumuştu. Sırtından sağa sola seken mermiler üç küçük göçük oluşturmuştu. Kolluklarında çizilmeler ve küçük göçükler vardı. Göğüslüğünde geniş bir yamulma meydana gelmişti. Kafasını sarıp sarmalayan kaskına bağlı maskesinde bulunan beş küçük göz deliği, yüzündeki umutsuzluğu göstermeye yetmezdi. Küçük deliklerin arasından yerde onun gibi zırh giyen, yüzüstü yere düşmüş cesede bakıyordu. Bu cesedin zırhı şanslı askerinkisinden biraz daha farklıydı. Göze çarpan ilk değişiklik, omuzluklarının daha büyük ve işlemeli olmasıydı. Üstündeki cesedin altından az da olsa göğüslüğündeki değişiklikler de fark edilebiliyordu. Daha kalın, kaliteli ve kapalıydı. Belden yukarıya doğru katman katman eklenen plakaların üzerinde de desenler vardı. Kaskı da farklıydı. Diğer askerler gibi arkaya kapüşon gibi kıvrılan düz çelikten yapılma bir boynuz yerine birbirlerine zıt taraflarda uzayan görkemli iki boynuz vardı. Ustaca işlenmiş çelik boynuzların üzerinde de aynı zırhın diğer parçaları gibi birçok desen, sembol ve yazı vardı. Gevşemiş parmaklarının arasından kayan kargısı da en az zırhı kadar görkemliydi. Sapı çeliktendi ve zırhıyla uyumlu bir şekli vardı. Ucu geniş ve uzundu. Ortası delikti ve deliğe çelikten dört köşeli yıldız yerleştirilmişti. Bu şaheser tabuta bakan asker, yavaşça öne eğilip ölüye dokunmak için çamurlu elini uzattı. Elini daha ölünün kafasına dokunmadan hızla geri çekti. Diğer eliyle çektiği elini ovuşturmaya başladı. Korkudan hızlı hızlı nefes alıyordu. Kafasının içinde bir daha bu hareketi yapmaması gerektiğini öğütlüyordu kendisine. Yapmaya yeltendiği şey için utanç duyuyordu.
Başını öne eğip sakinleşmek için derin nefes aldı. Heyecandan gümleyen kalbi, az biraz durulunca ayağa kalktı. Umutsuz bakışlarla etrafta diri birilerini aradı. Fakat yalnızlık soğuk bir rüzgar esintisiyle yüzünü tekrar gösterdi. Umudundan kalan kırıntılara vurulan bu son darbe, onun zihnini karanlık bir boşluğa sürüklemişti. Zırhının altında tüyleri diken diken olmuş, sıkıntının verdiği sarhoşlukla başı dönmeye başlamıştı. Ölünün sağına doğru dönmüştü. Yerde başka bir ölü vardı. Sarhoş adımlarla yavaşça ölüye yaklaştı. Ölünün karnında tahtadan sapı çamurla kirlenmiş bir mızrak duruyordu. Mızrağı karnından çekmeden önce bir süre cesede baktı. Kendisine ve görkemli zırhı giyen ölüye nazaran boyu daha kısaydı. Ten rengi aşırı derecede beyazdı. Vücudunda jilet kesiği gibi küçük ince yaralar vardı. Üstünde siyaha boyanmış kapşonlu cübbe, bacaklarında çuvaldan yapılmış pantolon, ağzında bir bandana ve belinde asılı ağzı açık bir kese vardı. Kesenin ağzından küçük mermiler dökülmüştü. Bir eliyle mızrağın sapını kavramıştı. Diğer eliyse boştaydı. Boşlayan elinden düşen balyozun ağzı sağ bacağını ezmişti. Ölmeden önce can çekişmiş olsa gerek üstü başı çamur ve kanla kaplıydı. Bu çimenlerin üzerinde çürüyüp yok olacak cesede son bir kere baktıktan sonra şanslı asker, ayağıyla omzuna bastırdı. Sağ eliyle mızrağın sapını kavrayıp, ucunu cesetten hızla çekti. Mızrağın çıkarken dağladığı cesetten askerin zırhına kan sıçradı. Sıçrayan kana aldırış etmeden elindeki mızrağa baktı. Ucu keskin ve düz olan mızrağın ağzından damlayan kanı seyretti. Mızrağın ucunu hafifçe kaldırıp diğer eliyle üstündeki kanı sildi. Kafasını kaldırıp etrafındaki ceset yığınlarına baktı. Kendisininki gibi zırh giyen uzun boylu silah arkadaşlarının ölüleri, bezden devşirme kıyafetlerle örtünen küçük insanların arasına karışmıştı.
Yorgun gözleriyle kanlı manzarayı seyretmeyi bırakıp başını tekrar öne eğdi. Ayağını cesedin üzerinden indirip yürümeye başladı. Adımları bir ölününkisi kadar cansızdı. Gevşek parmaklarıyla kavradığı mızrağının ağzı yerde sürtünüyordu. Ölülerle kaplı meydanın ortasında dengesiz darbelerden ve sağa sola püskürtülen mermilerden nasibini almış ulu bir ağaç fark etti. Ağacın altında duraksayıp mızrağını önüne sapladı. Bir eliyle mızraktan destek alıp yere yavaşça oturdu. Yerdeki ezilmiş otlara bakarken kara kara ne yapacağını düşünmeye başladı.
Dakikalar saatleri kovalar oldu. Ölüler burunların direğini titretmeye, kuşlar bir bir ziyafeti terk etmeye ve güneş yeryüzüne sırt çevirmeye başlamışken; sırtını ağaca yaslamış, gözlerini göğe doğru kapamış asker, etrafında olan bitenden bir haberdi. Elleri, ayakları uyuşmadan kaskatı kesilmiş, Düşüncelerinin terk ettiği bilinci, karanlık bir ıssızlıkta süzülüyordu. Kafasının içindeki boşluğu, göğe bakan maskesinin üstüne düşen ufak bir şeyle dolmuştu. Asker tatlı yolculuğundan uyanıp gözlerini açtı. Göz deliklerinden birisini düşen küçük cisim kapatmıştı. Cismin kapladığı delikten sıvı bir şey sızıp yüzüne damladı. Soğuk ıslaklığın yüzüne bir anda yapışmasıyla sarsıldı. Deliğin önündeki nesne, sarsılmayla birlikte aşağıya doğru kaymaya başladı. Asker yattığı yerden hızla doğrulup sol eliyle kayan şeyi düşmeden yakaladı. Eline dönüp tuttuğu şeye baktı. Gördüğü şey bir et parçasıydı. Maskesinin altından gözlerini hızlı hızlı kırparken bir yandan da kafasını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Kulakları etrafta duyduğu seslere keskinleşti. Bir canlılık, farklı bir ses yoktu ortalıkta. Sadece sofraya geciken, gözünü doyuramayan kuşların ötmeleri, ziyafetten kendi paylarına bir kaç şey koparmak isteyen küçük vahşi memelilerin birbirine çağrıda bulunmasıydı duyduğu.
Bolluktan sevinç şarkıları söyleyenler sadece sofrada kendisini doyuran leşçiller değildi elbette. Yuvalarda onları hazır etle bekleyen yavrular, yavruların başını bekleyen anneler de vardı. Böyle bir koroya ev sahipliği yapan yuvalardan bir tanesi de askerin gövdesine yaslandığı şefkatli bir ağacın dallarında asılıydı. O yuvanın babası, cesetlerden et parçaları koparmaya çalışırken asker de şans eseri onu gözüne kestirmişti. Kuş, azimli çırpınışlarla ince kıyafetlerle sarılı bir cesedin kolundan ev ahalisine bir parça et koparabilmişti. Eti kaybetme korkusuyla hızlı hızlı kanat çırparak ağacın dalına tutturulmuş yuvaya uçtu. Kuş, eti yuvaya götürürken, askerin gözleri de onu izledi. Soğuk eti özenle yuvaya bırakır bırakmaz anne kuş eti kapıp yavrulara göz kararıyla eti eşit dağıtmaya çalışıyordu. Askerin bakışları bu manzaranın büyüsüyle donmuştu. Bu, donukluk uzuvlarını biraz olsun gevşetse de düşünceleri rasgele dolanan bir ip yumağına dönmüştü. Gözlerini bu zehirli manzaranın tatlı şöleninden kurtarıp, elinde hala tutmuş olduğu küçük et parçasına baktı. Kafasında aniden şimşekler çakmaya başladı. Bedeni bir insanı andırabilirdi; ancak zihni pek de insan olmaya niyetli değildi artık. İstemeden de olsa bir anda kendisini baba kuş gibi düşünürken buldu. Baba kuş ne yapar? Dişisi yavrulara bakarken, onlara aş olabilecek her şeyi götürür. Peki neden götürür? Pek tabii açlık onların cılız bedenine fazla geldiği için. Peki neden? Neden kendisi dışında birisi beslesin? Neden onlar için kendisini tehlikenin kalbine atsın? Mevcut yemeği yedikten sonrasına neden karışma ihtiyacında bulunur? Çünkü içgüdüsel görevleri vardır. Doğduğu günden beri kafasına yazılıdır bu görevler. Kanında dolaşır, ruhunda dans eder görev aşkı... Hayatı, varoluş anlamı budur onun.
Askerin zihni ve ruhu, berrak bir kokuyla rahatladı. Bu koku leşlerden, ne de ağaçlardan ona ulaşmıştı. Bu koku, ruhunun özünden ona ulaşmıştı. Elindeki et parçasını bir kenara fırlattı ve mızrağına dayanarak oturduğu yerden adeta fırladı. Artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Yıpranmış çimenleri çelik plakayla sarılmış ayaklarıyla ezerken, kendi zihninde bunun kutlamasını yapıyordu. Aynı o kuş gibi yapacaktı; ruhuna kazılmış olan görevleri yerine getirecekti. Bilgiyi, keşifte ne ile karşılaştıklarını ve grupça başlarına ne geldiğini, doğup büyüdüğü yuvasına ulaştıracaktı.
Huzurlu bir rüzgarın eşliğinde yolculuğuna devam etmeden önce; daha yolun başındayken birkaç metre gerisindeki ağaca doğru kafasını çevirdi. Kendisine ilham veren sıcak yuvadaki gagalı ev halkını son kez kafasını öne eğerek saygıyla selamladı. Tekrardan yoluna doğru baktı. Kendisinden emin, canlı adımlarla çetin bir yolculuğa kendisini bıraktı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zincirler
AdventureTanrıları ölü, bedeni ve zihni yalnız. Elindeki tek şey çürümekte olan köle ruhu.