Isırık

138 15 19
                                    

04/10/1965

"Baba, biraz daha kalamaz mısın, sanırım kendimi pek iyi hissetmiyorum." Babam saçlarımı okşadı "Ama saat çok geç oldu, artık uyuman lazım." - "Sen yanımdayken uyuyamaz mıyım?" Annem önce, "Ama bunu konuşmuştuk," Dedi ve alnıma bir öpücük kondurdu "artık biz yokken uyumaya alışman lazım." Babam, "Hem biz yokken bile-" dedi ve yarımı açık olan pencereyi gösterdi "Ay ve yıldızlar hep seninle..." diye tamamladı annem onu. Bana kendimi bildim bileli böyle söylerlerdi. Yanımdan kalktılar ve kapıda durdular. "Doğum günün kutlu olsun, hayatım. Seni seviyoruz"
"Bende sizi..." El salladılar ve kapımı kapattılar. Haklılardı, onlar olmasa da Ay ve yıldızlar hep benimleydi "Değil mi Ay." Bugün Ay yuvarlak görünüyor. Bu şekline "Dolunay" diyorlarmış, babam öyle söyledi. Yorganımı omuzlarıma kadar çektim, gözlerimi kapattım ve fısıldadım; Doğum günüm kutlu olsun..."

"Anne?" bir hışırtı sesi daha "Baba?" Yatağın en köşesine sokuldum ve yorganın altına iyice girdim "Siz misiniz?" Hava bir anda buz kesmişti, gözyaşlarımın terime karıştığını hissedebiliyordum. Dışarıdan kulakları tırmalayan bir sesler geliyordu fakat o kadar korkuyordum ki yorganı kaldırıp bakmaya bile gücüm yoktu.
"Aaağh!!" Karın bölgemde katlanılamayacak bir acı vardı. Ve bu acının bedenimin her zerresine kadar hızlıca yayıldığını hissedebiliyordum.
Ve sonra hissizleşmeye başladığımı. Hissizleşme dediğim acı değil, gözümü açamıyor, nefes alamıyor, hiçbir şey hissedemiyordum. Şuan bağırıyor olmalıyım, ama hissedemiyorum. Sanırım şuan acıdan yerimde duramıyor, kıvranıyordum. Ama hiçbir şey hissedemiyordum. Acı yolculuğunu bitirip tüm bedenimi işgal ettiği an sertçe kapının açıldığını duydum. Son olarak da annemin acı dolu çığlığını; "Remus!"

04/13/1965
"Hayır... hayır... hayır... hayır..." Bu annemin sesi olmalıydı. Ama neden ağlıyordu? "A-anne..." gözlerimi açmakta çok zorlanıyordum. Biraz halsiz hissediyorum, dün gece üşütmüş olmalıydım. Gözlerimi zar zor açtım ve anneme bakmaya çalıştım. "Anne?" Annem duvara yaslanarak çömelmiş, yüzünü elleriyle kapatarak hem hıçkırıyor hem ağlıyordu. "Anne? B-bir yerin mi acıyor?" Tepki vermedi, hala ağlıyordu. Ama onu böyle görmek beni çok üzüyordu. "Öpeyim mi, geçer mi?"
Sanırım canı gerçekten çok yanıyordu. O bana bakmıyorsa ben onun yanına giderdim!
Yatağımda doğrulmaya çalışırken karnımda hissettiğim acıyla ufak bir çığlık attım ve yatağa geri düştüm- karnımın sol bölgesinde kalkmamı engelleyen kocaman bir taş varmış gibiydi- Tam o an annemin kafasını kaldırdığını gördüm. Gözleri ve burnu abartısız bir şekilde kıpkırmızı olmuştu. Yüzü ise -sanırım ağlamaktan- oldukça şişmişti. Ve sanki dünyanın en güzel annesi gitmiş, onun yerine kırk yıl acı çeken bir anne gelmişti. Çığlığımı duyunca koşarak, emeklercesine yanıma geldi. Ama hiçbir şey demedi. "Neren acıyor, anne?" Kafasını salladı "Hiçbir yerim acımıyor, annem." dedi. Ellerini saçıma götürdü ve okşamaya başladı, bana acırcasına bakıyordu. "Neden ağlıyorsun o zaman?" Burukça gülümsedi, "Sen niye ağlıyorsun?" diye sordu. Yanaklarımı ıslatan yaşları henüz fark etmiştim. "Çünkü sen ağlıyorsun!" Gülümsemesi büyümüştü ama gülümsemesi büyüdükçe hüznü de büyüyordu sanki. "Nasıl hissediyorsun kendini, bir yerin acıyor mu?" diye sordu bir an, ben de "Halsiz hissediyorum biraz," dedim "karnım çok acıyor. Midem değil ama karnım. Ve..." ayak parmaklarımı hareket ettirmeye çalıştım. "ve sanırım bel altımı hissetmiyorum." Karnıma baktı ve tekrar gözleri dolmaya başladı. Keşke ona sarılabilseydim...
"Dün bana bir şey mi oldu?" Tekrar gözlerimin içine baktı ve ağır ağır kafasını salladı. "Dün babanla oynarken ikiniz birden düştünüz. Babana bir şey olmadı ama senin karnıb sivri bir taşa denk geldi. Hatırlamıyor musun?" - "Hayır..." dedim "Sen benim canım acıyor diye mi ağlıyorsun?" Kafasını duvara yasladı ve bana baktı "Evet." dedi, sesi titremişti. Ve bir yandan da elimi tutuyordu. "Babam nerede?" diye sordum "Bakanlıkta işi çıktı onun, sabah erkenden gitti, birazdan gelir." Yaklaşık on dakika boyunca ikimiz de konuşmadık. Benim canım çok acıyor ve annem çok ağlıyordu. On dakikanın sonunda nihayet bir kapı sesi duyuldu, sonra da babamın sesi. "Hope!" Annem aceleyle ayağa kalktı ve kapıda durdu. "Lyall..." - "Remus uyandı mı?" diye sordu babam. "Uyandım baba." Babam hızlıca yanıma geldi ve başucuma oturdu. Onun da gözleri yaşlıydı. "Nasılmış bakalım benim yaralı prensim?" - "Yaralı mı?" Üçümüz birden kıkırdadık. "Sanırım iyiyim ama sanki tüm gece koşmuşum gibi yorgunum. Ve... karnım. Karnım çok acıyor." Babam sıkıntılı bir nefes verdi. Annem ise onu sakinleştirmek istercesine elini omzuna koydu. "Emin ol iyi olacaksın hayatım." Gülümsedim, ama bunu derken buna inanmıyormuş gibi bir hali vardı annemin. Bir taşın en fazla nasıl bir zararı olabilirdi ki.
Aramızdaki sessizliği annem bozdu:"O zaman... ben sıcacık bir çorba yapayım oğluma. Babası da onunla kalsın." dedi ve gülümseyerek mutfağa doğru gitti.
Ben gözlerimi kapattım, babamın ise beni izlediğini hissedebiliyordum. "Annene çok benziyorsun," dedi bir anda. Gözlerimi açtım ve ona döndüm. "Saçların, gözlerin, gülüşün, kalbin..." Annemin ne kadar güzel bir kadın olduğu geldi aklıma. "Ama yakışıklılığın... orası da tam ben!" İkimiz de kıkırdadık birbirimize bakarak. "Nasıl bir şey yaptım da Tanrı bize seni verdi acaba." babamın bu sözleri ilaç gibiydi, kendimi biraz daha iyi hissetmeye başlamıştım. " 'Remus John Lupin'! Ne kadar yakışıyor sana ismin, öyle değil mi?" Gülümsedi ve alnımdan öptü. Bunlar bana o kadar iyi hissettirmişti ki karnımdaki tüm acıyı unutmuştum resmen. Derken annem içeriye elinde küçük bir tepsiyle girdi. Kokusundan anlamıştım! Domates çorbası yapmıştı. Ama kokusu bu sefer çok daha yoğun geliyordu, kapıda olmasına rağmen!
"Ne yaptın, hayatım?" diye sordu babam. "Kokusunu almıyor musun baba? Domates çorbası yapmış, değil mi anneciğim?" İkisi birden duraksadı. "Evet ,hayatım, domates çorbası yaptım, sevdiğinden-" - "Büyücü yemeklerini tatsa tüm muggle yemeklerinden çok seveceğine eminim!" dedi babam göğüs kabartarak.
-Babam bir büyücüydü, Hogwarts'tan mezun olup Sihir Bakanlığı'nda büyüzooloji bölümünde çalışıyor. Oradaki yaratık ve canavarları bana da anlatır hep; Acromontula, Basilisk, Doxy, Griffin, Kurtadam... kurtadamları hiç sevmezmiş. Onların ölümü hak eden iğrenç yaratıklar olduğunu düşünüyor. Bir kurtadamla karşılaşmaktan dev bir örümcekle karşılaşmayı yeğlermiş.
Annem ise babamın aksine bir muggle, onun gibi büyüler yapamıyor. Ama benim de tıpkı babam gibi doğuştan bir büyücü olduğumu söylüyorlar.-
Babam kalktı ve anneme yer verdi. Annem ise yere değil, yatağın ucuna oturdu. "Nasıl hissediyorsun, hayatım?" - "Sanırım biraz daha iyiyim, anne."
Uzun bir süre üçümüz de bir aradaydık. Beni yalnız bırakmamışlardı, daha çok bir şeyden korkuyor gibiydiler, benden...

Artık geç oluyordu, benim de uykum gelmişti. Tabi hala kendimi oldukça kötü hissediyordum. Sanki... sanki ilacı olmayan bir hastalığın ilk günlerini yaşıyormuş gibi...

Gerçekten çok uykum gelmişti ve gözlerimi açık bile tutamıyordum. "Peki bugün... bugün kalamaz mısın yanımda baba?" Babama gitmemesi için yalvarabilirdim. "Kalırım tabii." dedi. Yüzünde acı çektiğini her halinden belli eden bir gülücük vardı, bu beni endişelendiriyordu. "İyi geceler ,anne, iyi geceler, baba."

Küçük Remus uyuyalı yaklaşık üç saat olmuştu. Lyall ise yarım saat öncesinde çıkmıştı artık odadan. Ama kapıları açık bırakmışlardı, oturdukları odadan oğullarını görebiliyorlardı, zorundalardı. Hope da Lyall da acı içindelerdi. Oğullarının, canlarının, ciğerlerinin, Remus'larının işkence çekmesini görmek onları mahvediyordu. Buna inanmıyorlardı, buna inanmak istemiyorlardı. Oğullarının kanlı bir saldırı sonucu bir kurtadam'a dönüştüğüne inanmıyorlardı. Ve şimdi ,Hope, sevdiği adamın kollarında aralıksız hıçkırarak, çığlıklar atarak ağlıyordu. Ağzını açsa da tek bir kelime çıkmıyordu. Yapabildiği tek şey ağlamaktı.
Lyall'ın da durumu pek farklı sayılmazdı, sadece o, karısı kadar çok ağlamıyordu. Kızgındı, ama en çok da kendisine. Hatta bu kızgınlık kendinden nefret etmesine neden olmuştu. Keşke diyordu içinden, keşke oğlu kalmasını istediğinde onu reddetmeseydi. Keşke kalsaydı da onu ısırsaydı adi herif. Gerekirse canını alsaydı ama oğluna dokunmasaydı. Bunun için her şeye ama her şeye hazırdı. Belki de öyle bir hakarette -"Kurtadamlar sadece iğrenç, ölümü hak eden pis yaratıklardır!"- bulunmamalıydı. Bunun iğrenç bir intikam olduğu belliydi.


Shall we look at the moon,
my little loon
Why do you cry?

This Side Of MaraudersHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin