Islak Mendiller

292 17 5
                                    

Yeni yazdığım bir öykü. 


Islak Mendiller



Çok güzel bir rüya görüyordu. Başucunda duran pembe babetleri, beyaz bluzu ve pembe eteği, onunla konuşuyor gibiydiler. Annesinin yardımıyla bu yeni cicilerini giyiyor ve ayna olmadığı için, pencerenin yansımasında hayran hayran kendisini izliyordu. Abisi, arkadan yavaşça yaklaşmış, lepiska gibi düz ve uzun saçlarına papatyalarla süslenmiş bir taç takarak, eksik kalan güzelliğini tamamlamıştı. Mutluluktan neredeyse, pencereden uçacak ve daha henüz çiçeklenmiş ağaçların çiçeklerine konacakmış gibi hissediyordu.


Birden pencerenin solduğunu ve odanın kasvetli, eksik ve hüzünlü zamanına döndüğünü hissetti. Odaya yayılan ezan sesi ve annesinin ucuz yağda kızarttığı patatesin acımtrak kokusu onu rüyadan uyandırmaya yetmişti. Yandaki divanda horlayan ve horultusu ezan sesini bastıracak şekilde uyuyan abisine baktı. İkisi de okuyamamıştı. Abisi hiç olmazsa 3. sınıfa kadar gidebilmiş, kendisi de sadece 1. sınıfı okuyabilmişti. Çat-pat, heceleyerek de olsa okuyordu ya. O bile yetiyordu kendisini cahil hissetmemesine. 


Hissiz bir umutla başucuna baktı. Annesinin koyduğu ve onu koruduğuna inandığı minicik kuran-ı kerim'den başka bir şey yoktu. İçi burkularak kalktı. Rüya da olsa güzeldi, diye iç geçirerek, elini, yüzünü yıkamak için banyoda giderek, orada bulunan ibriği hafifçe eğerek, minik elleriyle yüzüne su çarptı. Nisan ayı olsa da hâlâ soğuk ve keskindi suyun hissettirdikleri. 

Çok fakirlerdi. Neden zengin olamadıklarını bilmese de, bildiği tek şeyin bir gün zengin olacaklarına yürekten inandığıydı. Babası, işsiz sayılırdı. Kışları pek iş bulamasa da, baharda başlayan inşaat işlerinde iş bulabiliyor, yerinde olan gücü kuvvetiyle inşaatların aranılan adamlarından oluyordu. Ama o da son zamanlarda düşkünleşmişti. Yokluk, sefalet onu da yıpratmış, o yapılı adam zayıflamış ve eskisi gibi aranmaz olmuştu. Annesinden bahsetmeye hiç gerek yoktu. Ne giyse yakışmazdı zayıflıktan. Bir deri bir kemik, dedikleri kadar ya var ya yoktu. Kuru, kemikli elleriyle okşarken saçlarını, Banu onun ellerinin yumuşacık ve ipek gibi pürüzsüz olduğunu hayal ederdi. Annesinin görünümünden uzak, şefkâtli sesiyle mutfağa yöneldi. Annesi, yer sofrasını hazırlamıştı. Ortadaki sahanda, kızartılmış ve içi geçtiği renginden belli patateslerin kendisine baktığını hissetti. Annesi, marketlere gidiyor ve tezgahdaki adamın ayırıp çürük kasasına attığı meyve, sebze ne varsa alıyor getiriyordu. Bu sayede, geçinebildiklerini çok kere anlatmış ve bunda utanılacak bir şey olmadığını söylemişti anneciği.


Üç-beş tane yiyerek canının istemediğini söylerken, kapanan kapının sesinden babasının erkenden çıktığını ve iş aramaya koyulmaya gittiğini tahmin etti. Abisi de kalkmış ve yüzünü yıkamadan sofraya oturmuş, fakir kahvaltı menüsüne yumulmaya başlamıştı bile. Hiçbir şey söylemeden kalktı sofradan. Annesine sarılıp öperek, dua istedi.


Bugün 23 Nisan'dı. Hayatında, bir kere törene katılmış ve onu ömür boyu unutmayacağına yemin etmişti. 3 yıldır, arkadaşlarını uzaktan izliyor ve onlara imreniyordu. Kapıdan çıkarken, selpak mendillerin olduğu kutusunu alarak, terliklerini giydi. Üzerinde sadece, gece giyerken yattığı elbisesinin üzerine giydiği, çoğu yeri sökülmüş ve babasının çakmağıyla ucu yakılarak daha fazla sökülmesi engellenmiş hırkasından başka bir şeyi yoktu. 

Yavaşça kapıyı kapattı. Komşularını rahatsız etmek istemeyen bir kız çocuğu edasıyla. Halbuki, oturdukları ev, tek katlı bir barakadan ibaretti. Nisan ayının sonlarına yaklaşmış olmalarına rağmen, soğuk etkisini hissedilir derecede artırıyor gibi gelmişti içi ürperince. Evin az ilerisinde bulunan erik ağacının taptaze açmış çiçeklerine bakarak iç geçirdi. "Umarım," demişti içinden, "bari bu sene mahallenin çocuklarından fırsat buluruz da yeriz şu erik ağacından." Dallarına konup konup tekrar uçan küçük serçeleri izleyerek yürüdü. Yürüyecek baya yolu vardı ve geç kalmak istemiyordu. Güneş erken doğuyordu ve erken hareketleniyordu yaşadıkları şehir. Her geciktiği dakika, kaçırdığı müşteri demekti onun için. Kuşların cıvıltılarının, tatlı bir melodiyi andırdığını düşleyerek yürümeye devam etti. 15 dakika kadar sonra işyerine, yani Maltepe kavşağındaki trafik ışıklarına gelmişti. Pırtık, onu bekliyordu. Sitemli gözlerle bakarak, yanına gelmesini bekledi.


"Nerede kaldın kızım? Saat kaç oldu. Ben 20 sakız sattım bile. Bak," dedi hırkasının cebinden çıkardığı üç-beş bozukluğu göstererek.


"Ancak," dedi hüzünlü bir sesle. "Güzel bir rüya görmüşüm, onun etkisinden sanırım, uyuya kalmışım. Hem bugün 23 Nisan."

"Eeee, ne olmuş yani? Tatil mi yapacaktın?"

"Hiiç," dedi üzgün bir sesle. 


Kırmızı yanmıştı ve Pırtık koşarak arabaların camlarına sürtünmeye başlamıştı bile. Banu, daha hazırlık yapıyor, eline birkaç mendil alarak geri kalanlarını, kavşakta bulunan küçük bir çam ağacının dibine saklıyordu. O gün, hiç istek yoktu içinde. Yavaşça ışıklara doğru yaklaştı. O varana kadar, yeşil yanmış araçlar hareket etmeye başlamıştı bile. Işığın altında beklerken, burnuna düşen bir yağmur çisesiyle gökyüzüne baktı. Neredeyse hatırladığı tüm 23 Nisan'lar gibi bugün de mi yağacaktı acaba. Kırmızının yandığını, görme engelliler için yapılmış olan kesik bip seslerinden farkederek, arabalara doğru seğirtti. Çok mendil satması lazımdı ama hiç canı istemiyordu. Suratına takacak üzgün bir ifadeye bile gerek yoktu bugün halbuki. Zaten hüzünlüydü. 


Bir saate yakın süre geçmesine rağmen, tek mendil satamamıştı. Çiseleyen yağmur mendillerinin ambalajlarını ıslatıyor, o habire hırkasına silerek kuru tutmaya çalışıyordu. Birden onları farketti. Kalabalık bir grup yolun kenarından, elindeki müzik aletlerini çalarak ilerliyordu. Arkadaşları geliyordu. Sadece bir dönem arkadaşlık yapabildikleri arkadaşları. Gülümseyerek onlara baktı. Çiseleyen yağmura aldırmadan, giydikleri gülkurusu ve krem rengi elbiseler içinde, nasıl da cici görünüyorlardı. Çaldıkları marşın güzelliğine, parmaklarını elinde tuttuğu selpaklara vurarak tutturduğu ritimle katılmaya çalıştıysa da başaramadı. Yanlarına gitmeli ve onlara katılmalıydı. Belki aralarına alır, yanlarında yürümelerine izin verirlerdi. Ne olacaktı ki? Zaten mendil de satamamıştı. Onlarla birlikte meydana kadar yürür ve onlarla birlikte yapılan töreni izlerdi. İşte Beyhan Öğretmenleri de başlarındaydı. Çok severdi onu. Kendisine kızmayacağını biliyordu. Okuldan ayrıldıktan sonra en az üç kere evlerine gelmiş ve babasına Banu'yu okutması için yalvarmıştı. Adımını yavaşça yola attı. Çalan marşın sesiyle büyülenmiş gibi hissediyordu kendisini. Pırtığın bağırdığını duymamıştı bile. Arkadaşları onu çağırıyordu. Çalan marşın ahengli sesine karışan bir fren sesi duyuldu. Tüm sesler susmuştu. Küçük kızın hareketsiz bedeni, başına biriken kalabalığın içinde öylece yatıyordu. Yeni yeni ıslanmaya başlamış yola saçılan mendiller, çiseleyen yağmur damlalarıyla ıslanıyor ve küçük kızın göz bebeklerine yansıyordu. Kıpırdamaya çalışan dudaklarından tek bir cümle döküldü usulca...

"Mendillerim, mendillerim ıslanıyor..."


23/04/2014 — Oğuz GÜL

BirCE'NİN GünlüğüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin