Gözlerim, kaburgalarımdaki ağrının sırtıma doğru ilerleyişinin beraberinde vücudumu saran mayhoşluk hissiyle aralandığında başımı, yaslandığım teknenin kenarından kaldırıp yavaşça ayağa kalktım.
" Bugünlerde iyi görünmüyorsun." Omzumun üzerinden büyük amcam John'a kısa bir bakış atıp ellerimi birleştirdim ve gölden aldığım bir avuç suyu yüzüme çarptım.
Tekneye çektiğimiz ağlardaki balıkları toplarken bazen kendimden geçip kısa ömürlü bir uykuya daldığım oluyordu fakat daha önce hiç böylesine bitkin hissettiğimi hatırlamıyordum.
" İyi görünmeyi nasıl tanımadığına bağlı, John."
İyi olan herhangi birşeyi tanımlayabileceğini düşünmüyordum. İyi olanlar zannedilenin aksine kötü olanlardan daha belirsiz olabiliyordu.
Birkaç dakika alan sessizliği bozup, "Yine de en azından benimle konuşuyor olmana seviniyorum," dediğinde ona küçük bir tebessümle karşılık verdim.
Büyükannem daima 'içten' gülümsememi söylerdi. İnsan derinden ve tüm samimiyetiyle, rahatlamak için gülümsemeliymiş. Hatta ara sıra küçük kahkahalar patlatmak da iyi hissettirebilirmiş.
Fakat ruhum karanlığa gömülürken bedenimi küçük bir gülümseme ile aydınlatabilir miydim?
John, abanoz rengi kısa saçlarını geriye atarken bir süre göle odaklandı ve ben de kısa uykulamamın ardından ağlara geri döndüm.
Amcalarım ve babamla olan ilişkim kasabanın geri kalanına kıyasla daha iyiydi.
Tabi 'iyi' bir ilişki nasıl tanımlanıyorsa. İyi aile ilişkilerimiz ara sıra sayılı dakikalar alan sohbetlerimizden ibaretti.
En azından belirli hayat senaryomuzun benim için yazılmış kısımında işler böyle yürürdü.
" Bugün ormanın girişine malzeme taşıyacağız." Gözlerimi sudaki yansımamdan ayırıp, dikkatimi tekrar onun söylediklerine odakladım. Henüz kendimi görmeye ne kadar dayanabileceğimi ölçecek kadar cesur değildim.
" Ormandaki inşaat için," Bu durumda gözlerimi devirmekten başka bir tepki veremiyordum. Fakat o, bunu görmezden gelerek anlatmaya devam etti.
"İki haftaya kalmaz tamamlanacakmış fakat sahipleri kasabayı tanımak için erken gelmişler."Başımı sallarken henüz gelişimini tamamlamamış birkaç balığı tekrar suya bıraktım.
"Baban bizimle geleceğini söyledi. Henüz iyileşmediğini ve kendini riske atmamasını söyledim ancak onu bilirsin."
Söylediklerinden sonra babam için endişeli değildim. Biliyordum ki ; bir işin ucundan tutmayı, evde onun deyimiyle "çuval" gibi yatmaya tercih ederdi.
O ağaçtan düştükten sonraki altı ay boyunca izlediğimiz manzara, evde sürekli olarak yatan iki yaşlı insanın yanına birde babamın eklenmesiyle daha iç karartıcı bir hal almıştı.
Küçük ablam Lana, akşam yemeklerinde düzenli olarak evimizin ne kadar hoş bir ortamı olduğuna farkındalık yaratmayı kendinde bir takıntı haline getirmişti. Ve birde Anna vardı, o bir sonraki yıl yirmi beş yaşına girecekti ve kasabada geçirdiği her günü gençliğinden bir kayıp olarak görüyordu.
"Kayıp gölde kaybolan genç ruhlarımız..." şeklinde başlayıp saatlerce şikayet edebilirdi.
" Sizinle olurum ve belki bu, onun kendini haddinden fazla yormasını önler."
Dakikalardır inşa edilen baraka ve sahipleri hakkında konuşan amcamı yarı yarıya dinlememiş olsam da, söylediklerinin beni ilgilendiren kısmına bir yorum getirebildim.
Sadece babamın kendini tekrar iyi hissedeceğini umuyordum.Tekneyi kıyıdaki demirlere bağlarken, sirkinip toplanan yağmurluğunu kolu ile düzleştirdi.
" Senin favori yeğenim olduğunu söylemiş miydim?" Suyun yayılımının son bulduğu noktadan taşların üzerine atlarken yüzüne yerleştirdiği geniş gülümsemesinin etkisiyle kırışan göz kenarlarından keyfinin yerine geldiğini kolaylıkla anlayabilirdiniz.
" Sanırım seni, ceketini diktiği gün aynını Anna'ya söylerken yakalanmıştım."
Bu defa kopardığı kahkaha, bize doğru gelen Calvin'in de onun kahkahasına güleceği türdendi.
"Hey, yaşlı moruğun keyfi yerinde mi?" Kendinden sadece iki yaş büyük olan ağabeyine moruk demediği tek bir gün olmayan, eşinin hükmü altında yaşayan Calvin.46 yaşını tamamlamak üzere olsa da kasaba halkı ona besleme demekten çekinmezdi.
'Aile içindeki baskın kadın hakimiyeti!'
Babamın ara sıra söylediği, onun yakında eşinden izinsiz su dahi içemeyeceğiydi.
Ve ben bu konuyu, üzerinde düşünülecek kadar gerekli bulmazdım." Gabriella, balıkları taşımama yardım eder misin?"
Karşılaşmanın ardından dakikalar geçtiğini, onların bir süre şakalaşmış, daha sonra ciddi konular hakkında fısıldaşmış ve tekrar işe koyulmuş olduklarını fark ettiğimde irkildim.
Hala, Calvin geldiğinde bulunduğum konumdaydım.
Ellerimi yüzüme tutup bir süre düşündüm.
Hayat bazen bir süreliğine duraksıyordu ve ben o sırada bunu fark edemiyormuş gibi oluyordum.
Ancak daha sonra düşündüğümde zihnimde dolanan herşey o an orada olduğumu doğruluyordu." Belki biraz dinlenmelisin güzel Gabriella'm."
John'un, sesini olağanca yumuşak bir tonda kullanarak seslendiğini duyduğumda, ellerimi yüzümden çekip geriye birkaç adım attım.Her ikisi de teknedeki döküntüleri toplamakla meşguldüler.
Onlar için alışılmadık bir durum değildi.
Üstelik bunu kendilerine "Gabriella için sıradan bir gün" şeklinde açıklıyor olsalar dahi aksini iddia edemezdim.Adımlarımı gölün kuzey batısına ; ormanın yerleşim sıklığına göre arkada kalan girişine yönelttim.
' Belki biraz dinlenmelisin Gabriella'm'
Bazen diğerlerinin bana harcayacak kadar sevgileri olup olmadığından emin olamıyordum. Ve daha sonra sadece düşünecek başka birşey buluyordum, basit bir şekilde.
Bu kendim için yaptığım en büyük fedakarlıktı.
Kırıcı bulduğum sanrıların üzerinde uzun süre kalmamayı tercih ederdim.Nemli toprak ıslak çizmelerimin altında şekillenirken, birkaç metre ötesinde durduğum Sekoya'nın geniş gövdesinde göz gezdirdim. Devasa ağaç, her defasında kendimi çok daha küçülmüş hissetmeme sebep oluyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve sıkı bir at kuyruğu ile topladığım saçlarımı serbest bıraktım.
Parmaklarımı yabani bitkilerin solgun çiçeklerinde gezdirirken rahatladığımı hissediyordum.
Hava, sabahın erken saatleri olmasının etkisiyle hoş bir serinliğe sahipti ve yüzüme doğru esen rüzgar saçlarımı omuzlarımın gerisine itiyordu.
Duyduğum hırıltıdan sonra anın büyüsünü kaçırmış olmanın verdiği huzursuzlukla gözlerimi beyaz çiçeklere çevirdim.
Yakınlardaki mantarlar ve yer bitkileri ezilmiş, toprağa dağılmıştı.
Aniden önüme çıkıp, daha sonra uzaklaşan büyük siyahlığın bir köpek olduğuna kanaat getirebildiğimde refleksle peşinden koşmaya başladım.
Ara sıra arkasına bakıyor, ardından geldiğimi gördüğünde hızını artırıyordu.
" Sid! Neredesin?" İlerideki bir ağacın ardından köpeğin önüne çıkıp, ona kollarını açan biri olduğunu gördüğümde duraksadım.
Temposuz bir şekilde başladığım koşu nefesimin daralmasına sebep oluyordu ve böbreklerimi saran ağrıya bir anlam veremiyordum.
Bu sanki biri beni ansızın bıçaklıyormuş ve bunu belirli aralıklarla tekrarlıyormuş gibiydi.
Gözlerimi bir süre görüş açımın ilerisinde gezdirdim.
Kırmızı saçların sahibi, köpeğini sıkıca kucaklıyordu.
Bu bir parça tuhaftı fakat henüz ansızın tüm vücuduma yayılan ağrının gariplik seviyesine ulaşabilmiş değildi.
Ellerimi karnıma bastırıp geriye döndüm ve küçük adımlarla ilerlemeye başladım." Size de merhaba, Leydim."