Homurdanarak uyandığımda yerde yatıyordum ve her yerim ağrıyordu. Zorla da olsa ayağa kalkmayı başarmıştım fakat nerede olduğum hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Bu yüzden iyice etrafıma bakındım ve bir binanın çatısında olduğumu fark ettim. Hava karanlıktı, bu da bana "Herhalde akşam saatleri..." diye düşündürdü. Tüm şehrin ışıkları o kadar güzel gözüküyordu ki bir an kendimden geçtim. Soğuk bir esinti beni ürperterek kendime getirdi. Hafızamı zorlayarak "Buraya nasıl gelmişim ki?" diye söylendim kendi kendime.
Sonra telepati yeteneğimle ikiz kız kardeşime ulaşmaya çalıştım. Telepati ortak yeteneklerimizden biriydi. Onunla o kadar yakındık ki birbirimize tam anlamıyla her şeyi anlatıyorduk. Neden burada olduğumu bilse bilse o bilirdi. Ama Brie'den cevap yoktu. Hatta orada olduğunu bile hissedemiyordum. Acaba bende mi bir sorun vardı? Diğer güçlerim yerinde duruyor mu diye kontrol etmek istediğimden yerden yükselmeyi denedim ve oldu. Bunda bir sıkıntı yoktu. Acaba "Brie'nin güçlerinde mi bir problem var?" diye düşündüm. Çünkü şu ana kadar telepatimizin çalışmadığı bir zaman olmamıştı. Tekrar denedim ama yine bir şey yoktu. Bir anda koluma bir sancı girdi ve o anda yaralı olduğumu fark ettim, sağ kolum omzumdan parmaklarımın ucuna kadar kan içindeydi.
Bana ne olmuştu böyle? Bir savaşa falan mı girmiştim? İşin garibi, olanları neden hatırlayamıyordum? Çatının kenarından yavaşça aşağıya doğru süzüldüm. Süzülürken de görünmez olmuştum ki kimse beni bu halde ve güçlerimle görüp garipsemesin.
İki dakika kadar sonra yere ulaşmıştım fakat görünmez olmama hiç gerek yokmuş, çünkü etrafta sokakların ve binaların ışıkları dışında hiçbir şey yoktu. "Brie!" Ah hadi ama... "Şu anda sana gerçekten çok ihtiyacım var. Nerede olduğunu, hatta nerede olduğumu bilmem gerek." Sessizlik...
Sokağın köşesinde bir market görmüştüm, susuzluktan kuruduğum için gidebildiğim kadar hızla markete gittim ve içeri girdim. Tuhaf, market açık olmasına rağmen içerisi bomboş. En ufak bir yağmalanma izi bile yok. Neredeyim ben? Gidip dolaptan bir şişe su alıp tek dikişte içtim. Ama susuzluğumu geçirememiştim. Bu yüzden ikinci şişeyi de içmiştim. Azıcık da olsa susuzluğum dinmişti. Etrafa bakındım ve bir çanta bulup içerisini su, yiyecek, abur cubur, ağrı kesici, merhem gibi gerekli eşyalarla doldurdum. Hadi bakalım Brian, buradan kurtulmanın bir yolunu bul. Buradan çıkman lazım.
Marketten çıkar çıkmaz uçmaya başladım. Etrafa dikkatlice bakınarak yavaşça gidiyordum. Biraz da olsa daha iyi hissediyordum. Brie gibi şifa yeteneğim olsa şu anda çok işime yarardı. Fakat etrafa ne kadar dikkatli bakarsam bakayım asla ama asla insanlardan bir iz göremiyordum. Hatta telepati ile onları duyamıyordum bile. En sonunda yorulduğumda dinlenmek için rahat bir yer hatta en iyisinden bir otel -madem kimse yok bunun biraz tadını çıkartayım- bulmak için gözlerimi dört açtım. Yaklaşık on dakikalık mesafede devasa ışıklı tabelası ve yıldızlarıyla dikkat çeken upuzun bir gökdelen duruyordu. Tabelayı buradan bile okuyabiliyordum "Herkesin yerine hoş geldiniz." bu da ne böyle? Daha garip bir isim olamazdı herhalde. Bu yerde her şey çok tuhaf. Kimse olmadığını biliyordum ama yine de kapıdan girmek istediğim için aheste aheste alçalmaya başladım. Alçalırken havada ne kuşlardan ne uçaklardan ne de herhangi bir hava taşıtından iz olmadığını anladım. Bu mümkün müydü ki? Sanki insanların kaybolması çok normal de bunu kafana takıyorsun. Kafayı yedin artık.
Sonunda yere inebilmiştim ve tabiki de hiçbir arabadan iz yoktu. Hareket eden arabaların olmayışını geçtim, park halinde bile araba yoktu. Tamam, cidden artık bunları kafaya takmamam lazım. Yoksa sanki çok normalmişim gibi iyice delireceğim.
Devasa binanın kapısına yaklaştım, nedense derin bir nefes alıp içeriye girdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İkizler
FantasyBrian ve Brie hayatları boyunca neredeyse hiç ayrılmamışlardı. Ayrılsalar bile bir şekilde sürekli iletişimde kalmanın bir yolunu bulmuşlardı. Ancak bu sefer durum farklıydı. Uyandıklarında nerede olduklarına dair en ufak bir ipuçları bile yoktu. Bi...