Sekizinci bölüm

140 0 0
                                    

Geçidin sonunda bir yerlerden, zafer kahvesininkine benzemeyen gerçek bir kahve kokusu ortalığa yayılmaktaydı.

Winston elinde olmaksızın durakladı. Bir iki saniye için yeniden çocukluğunun yarı unutulmuş dünyasına dönmüştü. Birden bir kapı çarptı ve sanki bir sesmiş gibi kahve kokusu ansızın kesiliverdi.

Birkaç kilometre yol yürümüştü, varisi ağrıyordu. Son üç hafta boyunca Dernek Merkezinde kaçırmış olduğu ikinci akşamdı bu. Pek akıllıca bir davranış değildi yaptığı, çünkü Merkeze olan devamlılığınız titizlikle denetlenirdi. Temel ilke, bir Parti üyesinin hiçbir boş vaktinin kalmamasıydı, yatakta olmadığı zamanlarda yalnız kalmamalıydı. Çalışmadığı, yemek yemediği ve uyumadığı zamanlarda genel bir uğraşa katılmalıydı; yalnızlıktan hoşlandığınızı belirten en ufak bir şey yapmak, kendi başına bir yürüyüşe bile çıkmak, tehlikeli olabilirdi. Ye-nikonuşta bunun için de bir sözcük vardı: Özyaşam, bireysellik ve ayrıksılık anlamına geliyordu. Bu akşam, Bakanlıktan ayrıldıktan sonra, nisan havasının yumuşaklığı onu kışkırtmıştı. Gökyüzü o yıl görmediği derecede maviydi. Merkezde uzun yorucu bir akşam; can sıkıcı oyunlar, konuşmalar, cinle uyarılan zorlama söyleşiler, birden katlanılmaz görünmüştü gözüne. Otobüs durağına yaklaştığı sırada, ani bir kararla dönmüş, Londra'nın önce güneyindeki, sonra doğusundaki, sonra kuzeyindeki labirentlere dalmış, bilinmedik caddelerde kaybolmuş, hangi yöne gittiğine aldırmaksızın yürümüştü.

'Eğer bir umut varsa' diye yazmıştı, günlüğünü 'proleterlerdedir'. Gizemli bir gerçeğin ve apaçık bir saçmalığın anlatımı olan bu cümle sürekli kafasındaydı. Bir zamanlar St. Pancras İstasyonunun bulunduğu kesimin doğusunda ve kuzeyinde uzanan soluk, boz renkli bir gecekondu semtinde bulunuyordu. İki yanda, sıçan deliklerine benzer kapıların doğrudan kaldırıma açıldığı küçük, iki katlı evlerin sıralandığı arnavutkaldırımı döşeli bir sokakta yürümekteydi. Yer yer kirli su birikintileri vardı. Karanlık kapı ağızlarında ve yanlardaki aralıklarda insanlar kaynaşıyordu: Dudakları kabaca boyanmış gelişkin kızlar, onları kovalayan delikanlılar, on yıl sonra kızların nasıl olacaklarının göstergesi olan şişman, paytak paytak yürüyen kadınlar, ayaklarını sürüyerek ilerleyen, iki büklüm, yaşlı yaratıklar, kirli su birikintilerinde oynayan, annelerinin bağırmalarıyla kaçışan, sallapati yalınayak çocuklar... Sokağa bakan pencerelerin belki dörtte biri kırıktı ve mukavvalarla kaplanmıştı. İnsanların çoğunun Winston'a aldırdığı yoktu; bazıları çekingen bir merakla süzüyordu onu. Bir kapının önünde kırmızı kollarını önlüklerinin üstünde kavuşturmuş, iri gövdeli iki kadın konuşmaktaydı. Winston onlara doğru yaklaşırken kulağına bazı sözler çalındı:

'"Evet" dedim ona, 'söylemesi kolay, ama sen benim yerimde olsan, sen de benim yaptığımı yapardın! Eleştirmesi kolay,' dedim. 'Gelgelelim, benim basımdaki dertler sende olsaydı,' dedim." Ötekisi '"Haaa..." dedi, 'öyle kardeş. Pek doğru, pek doğru!'"

Cırtlak sesleri ansızın kesiliverdi. Winston yanlarından geçerken kadınlar onu düşman bakışlarla süzdüler. Daha doğrusu, düşmanlık değildi bakışlarındaki, alışılmamış bir hayvan geçerken insanın duyacağı, bir anlık bir tedirginlikti. Partinin mavi tulumlarına, böyle bir sokakta pek sık rastlanmazdı. Belirli bir işiniz olmadıkça, bu tür yerlerde görülmek pek akıllıca bir davranış değildi. Eğer nöbetçilere rastgelirseniz, sizi durdurabilirlerdi. 'Kâğıtlarınızı görebilir miyiz, yoldaş? Burada ne yapıyorsunuz? İşten ne zaman çıktınız? Evinize hep bu yoldan mı gidersiniz?' gibi bir yığın soru. Eve dolambaçlı yoldan gidilmeyecek diye bir kural yoktu, ama bu davranış, Düşünce Polisinin şimşeklerini üzerinize çekmeye yeterdi.

Birden sokak karıştı. Her yandan uyarı sesleri geliyordu. İnsanlar, tavşanlar gibi kapı ağızlarından içeri kaçıyorlardı. Winston'ın biraz önünde genç bir kadın, kapıdan fırlayarak sokakta su birikintisi içinde oynamakta olan çocuğu kaptı, önlüğüne sardı ve yine içeri kaçtı. Bu sırada akordeona benzer siyah giysiler içerisindeki bir adam yan sokaklardan birinden çıkıp Winston'a doğru koştu, heyecanla gökyüzünü göstererek bağırdı: "Gemi! Dikkat ahbap. Tam tepemizde! Çabuk yat!"

GEORGE ORWELL 1984Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin