İç çekerek uyandığım bir gündü yine. Bir psikologtum ve işime gitmem gerekiyordu. Sabahları iç çekerek kalkmam işimi sevmediğimden değil, hayattan ve tanrıdan bıkmış oluşumdandı. İşimi seviyordum, hem de fazlasıyla. Bana gelecek insanların ruhunun yara aldığı, daha doğrusu tanrının insanların ruhunu kendi zevki için yaraladığı bilinciyle bu mesleği seçtim ve o bilinçle devam ettiriyorum.
Kahvaltımı yaparken düşünmeye başladım. Tanrıya kafa tutuyordum, hepimiz kafa tutuyorduk. O yaralardı, biz iyileştirirdik; biz yaralardık, yine biz iyileştirirdik. Bu hoşuna gitmezdi, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi huysuzlanırdı. Ne kadar sinir edersek o kadar yaralardı, biz de ne kadar yaralarsa o kadar iyileştirirdik.
Mücadele ediyoruz derlerdi, hayata karşı. Aslında tanrıya inanan herkes ona karşı mücadele ederdi. Tanrı inanırsanız vardı, inanmazsanız ölürdü kafanızın içinde, var olamazdı. Ölümsüz olmak istedi ve bu yüzden ona inananların olması gerekliydi. İnsanlar ona bir şekilde inandılar. O da bir nevi egosunu tatmin etti asırlar boyunca.
Her şeyden önemlisi tanrının varlığını kanıtlama çabasına girişiydi. Her gün, her saniye insanlar için yeni şeyler planlardı. Onu unutmasınlar isterdi çünkü unutulursa ölürdü. Unutulan herkes ölür, hatırlananlar sonsuza kadar yaşardı. Ölümsüzlük yalnızca tanrıya mahsus değildi, tanrı bunu bilirdi. Ölümsüzlüğün formülü hatırlanmaktı.
Bugün tanrının benim hakkımda planları vardı. Ben ona her gün kin beslediğimden onu unutmazdım ama yine de o benim hakkımda planlar yapmayı severdi. Sanırım en sevdiği planı buydu ama benim hiçbir şeyden haberim yoktu.
***
Gün bitiyordu, birazdan son hastamı dinleyecektim ama hemen eve gidemezdim. Her ne kadar tek yaşıyor olsam da eve iş götüremezdim, orası benim özel alanımdı. Bu yüzden, her gün kliniğimde eve gitmeden hastalarımı düşünürdüm aklımda hiçbir şey kalmayana kadar. Bazen bu süre uzardı ama eve iş götürmemeyi başarırdım.
Bugün bunu başaramayacağımı bilmiyordum. Tanrının bu sefer işimdeki profesyonelliğimden vuracağını bilmiyordum.
Kliğinimdeki sekreter meraklı ve benimle fazla konuşan biri değildi, o gün son hastadan önce odama gelip benimle konuşmak istedi. Son hastanın bu aralar oldukça ünlü olan ama psikolojik sorunları yüzünden her şeyi geride bırakan solist Lee Felix olduğunu söyledi. Onun imzasını almak istiyordu. Gözlerindeki heyecanı gördüğümde seanstan sonra imza alabileceğini söyledim. Tanrı benimle oyununa şimdiden başlamıştı. Merakıma yenik düştüm ve Lee Felix'i araştırdım. Gerçekten çok ünlüydü, tanımayan yoktu. Benimse küçük takıntılarım vardı, müziği çok severdim ama ünlü bir müziği veya müzisyeni dinleyemezdim, sinirimi bozardı. Yine de önyargılı olmamalıydım, o benim hastamdı. Hastam demeyi de sevmezdim aslında. Ben onlara yardım ederdim sadece, tanrının yapamadığını yapardım. Düşündüğüm sırada kapı çaldı, Lee Felix gelmişti. Bilgisayarımdan açtığım sekmeyi kapattım hemen. Umurumda değildi, sadece yardım edecektim, öyle olmalıydı.
Karşımdaki çocuk çok güzeldi, inkar edemezdim. Gözlerinde evrenin kendisi benim der gibi bir bakış vardı. Gözlerinin kendisini anlatmak isterdim ama yapamazdım, kelimelerim yetmezdi. Ben de bakışlarını anlatma kararı aldım ve diyebileceğim tek şey evrenden de güzel olduklarıydı. Saçları güneşin sarısını çalmıştı, sureti de ışıltısını. Çilleri vardı bir de, yemin ederim ki hayatımda gördüğüm en güzel şeylerdi. Dudakları vardı, cennetteki ırmaklara benziyordu. Kim bilir nasıl güzel sözler akıp gitmişti aralarından. Evren benim ve tanrıya diz çöktürebilirim der gibiydi her hali. Öyle olsaydı keşke ama değildi, diz çökecek duruma gelecek olan biz olacaktık ama çökmeyecektik. Biz tanrının karşısında kolayca yenilip ona boyun eğenlerden değildik, olamazdık.
Onlarca yarasına rağmen gülüşü insanın içini ısıtacak türdendi. Birine güvenmeye ihtiyacı vardı, çok belli ediyordu. Yakın bir arkadaşıymışım gibi konuşmak istedi benimle. Tabii konuşan ben değil sadece o olacaktı. Ben uzman bir psikologtum böyle olması gerekirdi. O gün o klinikte bana içini bir psikoloğa açar gibi değil de en güvendiği kişiye açar gibi açtı. O sadece içini döktüğünü sanıyordu ama ben bir yandan teşhis koyuyordum. Bu güzel çocuğun anksiyete gibi genel bir rahatsızlığı vardı ancak ileri seviyede değildi. Bunu benimle rahat konuşmasından da anlayabilirdim. İlaçlarını alıp biraz gayret gösterirse buraya gelmesine de gerek kalmazdı aslında. Neden her şeyi bırakıp geldiğini merak ettim ama haddime değildi.
Yüzünde öyle bir bakış vardı ve ben o bakışı o kadar merak etmiştim ki, tam şu an o kin tuttuğum tanrı yeryüzüne inip haksızlık ettim sana diyerek özür dilese de umrumda olmazdı. Bu güneşin ışıltısını çalıp yüzüne yerleştirmiş çocuk çok yorgun ve bitkin görünüyordu. Tüm gece uyuyamamışlığın verdiği bir yorgunluk değildi bu, belli oluyordu. Göz altlarında hafif morluklar vardı. Uyumamış ya da fazla uyumuş değildi, anlıyordum. Kalbinin ve ruhunun aldığı yaralar kendilerini dışarı atmaya yer arıyorlar, çırpınıp duruyorlardı. Kendilerini oradan oraya atıp çıkış yolu arıyorlardı. Hissettim bu çocuğun çaresizliğini, tüm kalbimle ve ruhumla. Tanrı hayret etti, ben de hayret ettim.
O çocuk gitti, ben kaldım; o gitti, izi kaldı. Bu gece klinikte saatlerimi bomboş oturarak, her şeyi düşünerek geçirdim. Onun şarkılarını dinledim ve popüler şarkılara olan önyargıma lanet okudum. Dudaklarının cenetteki ırmaklara benzemediğine direkt onlardan olduğuna emin oldum. O kadar güzel şeyler akıyordu ki o dudakların aralarından ve sesi o kadar güzeldi ki cenetteki şelalerin sesi olduğunu anladım.
Seansta dediği bir şey geldi aklıma o sırada. Gözlerimin içine bakmıştı, çok güzel bakıyordu sözlerinin öldürücülüğünün aksine. Öyle güzel ve zehirliydi ki, bakışları okyanustaki sirenlerle benzerdi. Okyanustayken umudunuzu keserdiniz ve o an küçük bir kaya parçasında güzel bir siren sizi bekliyor olurdu. Büyülenirdiniz, sevinirdiniz ama o kadar aptal olmaya gerek yoktu, ben aptal olamazdım bu yüzden onun o bakışlarına kanamazdım ama sözlerinin beni yerle bir edebileceğini hesaba katmamıştım. Ben düşüncelerimde kaybolmuşken gözlerimin içinden kalbimi bulup ona seslenmişti "Ay'a benziyor suretin. Kraterlerini kusur saymışsın ama seni en çok onlar güzel gösteriyor. Sadece seni göz önüne çıkaracak bir ışığa ihtiyacın var senin," demişti. Sözleri gözlerinden de güzel ve zehirliydi. Kendi sözlüğümde bunu tarif edecek bir tanım henüz yoktu ve sanırım üç bin yıl geçse de dünya üzerindeki hiçbir sözlükte bunu anlatacak bir kelime olmayacaktı.
Sözleri beni yaraladı çünkü ışığımı bulamazdım, sözleri beni iyileştirdi çünkü kusur saydığım kraterlerime evren bile güzel şeyler söylememişti bugüne kadar. Sözleri bana umut verdi çünkü ışığımı bulabilirmişim gibi konuşuyordu, sözleri benden tüm umudumu aldı çünkü biliyordum, benim ışığım yoktu. Dünya'nın uydusuydum ama görünmez olmaya mahkumdum. Bu böyle olmuştu, bundan sonra da hep böyle olacaktı.
O gün eve gidemedim ve klinikte kaldım saatlerce, uykusuzca. Düşündüm durdum çaresizce, sarhoş gibi. Bu çocukta bir şeyler vardı ve çözmem zaman alacaktı. Bu da elinde mısırıyla beni izleyen tanrının hoşuna gidiyordu.
***
ilk izlenimizini bilmek istiyorum nasıl gidiyor sizce??
Bu bölüm hakkında hem özgüvenli hem de özgüvensizim açıkçası düşüncelerinizi bekliyorum o yüzden
Bu bölümün Lix'ii <33
ŞİMDİ OKUDUĞUN
eclipse | chanlix
FantasyBen Ay'dım, her yerimde kusur saydığım kraterlerim vardı. Hatta ben tamamen kusurlardan yaratılmıştım.