yer: Bordeaux, France.
zaman: baharın başlangıcı, 1950 - 18.49Sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren bir girdabın içerisinde savrulur vaziyetteydim. Eli elim, dudakları dudaklarım olmuştu neredeyse. Beni öyle bir şeyle ödüllendiriyordu ki hayatım boyunca bunu hak edecek ne yaptığımı düşünüyordum.
O teşekkür ediyordu tanrıya fakat en büyük teşekkür benim borcumdu ona. Dünyadaki hiçbir varlığa değil ama ona.
Ellerimiz kenetli, dudakları milimetrelerle ölçülecek kadar yakınımda. Nefes dahi alamıyorum ve kalbim göğüs kafesimi sürekli zorluyor.
İşte bu an, anladığım andı.
Hayatım boyunca ondan uzağa gidemeyeceğimi, bütün benliğimle ona ne kadar bağlandığımı anladığım an. Yine ona benden başkasının yakışmayacağını, şu an olduğu gibi tek vücutta kenetlenemeyeceğini anladığım an.
Birbirimiz için sadece en iyisi değil, tek
olduğumuzu da anladığım an.Onu kavramak için çırpınan elimi kaldırdım daha fazla kayıtsız kalamayarak. Beline yerleştirdiğimde sanki tamamlanmamış bir yapbozun son parçasını koymuşum gibiy tastamamdı her şey.
"Tanrı değil, yalnızca sen hak ediyorsun bütün teşekkürleri." Sonunda kelimelerimi toparlayıp dilimi döndürdüğümde dudaklarında oluşan minik, memnuniyetle dolu o gülümseme; gözlerimde olan gözlerinin parlaması bana da sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissettiren, inanılmaz bir mutluluk verdi.
Son birkaç dakikadır cesur bir adam olup çıktığımdan bu sefer de ben ona usulca yaklaştım. İpekten tenini kokladım, arada bir dudaklarım belli belirsiz değdi. Onu keşfettim sanki. En sonunda alnına kadar çıktı dudaklarım. Burnum saçlarına dalmış onları koklarken dudaklarımı alnına bastırdım. Aramızdaki her şeyin mührü gibiydi bu öpücük, ona olan bütün hislerimi o öpücüğe aktarmıştım, onun da her şeyi benimle birlikte hissetmesini tanrıdan dilerken.
Titrek nefesinin sesini duydum bir süre sonra. O büyülü an bitmişti ancak içimde öyle bir his vardı ki hâlâ, yıllar geçse de bu his benimle kalacak; o minik teması ve yakınlığımızı hayatımın sonuna kadar asla ama asla aklımdan çıkaramayacaktım.
Benim yapamayacağımı anlayıp ellerimizi ilk o ayırdı. Yavaşça olduğu yerde otururken ilerden kendi getirdiği sepeti aldı ve neşeli sesiyle, "Bir şeyler yemeyecek miyiz?" Diye sordu. Bu insana hayır dememin mümkünatı yoktu. Karşısına çöktüm ben de, gözlerinin içine bakmayı asla kesmezken bir şeyler zırvaladım ona cevaben.
Hevesli hevesli çıkardı getirdiklerini, önüme koydu. En son iki kadehi ve bir şişe şarabı çıkardığında genişçe gülümsedim. Kaçamak bakışları üzerimdeydi yine.
"Gülümsemek size yakışıyor, Monsieur Jeon."
Doyumsuz olduğumu söylemişti ya, öyleydim. Sonsuza kadar bana iltifat etse ve bana baksa bile doyamazdım. En çok da ona doyamazdım sanırım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
wine red ❘ taekook
Historia Corta✓ Benim sevgilim cesur adamları severdi, benim sevgilim onun için yanıp tutuşmamı; kendimden geçmemi ve her bir zerremin ona aşık olmasını severdi. Ben de onun altımda, ipek çarşaflarım içinde kıvranışını. [ minific ]