"bugün kiracı bana 'kimsesiz misin' diye sordu."
"ne?"
"ben de abimle yaşadığımı söyledim ve şaşırdı. sonra ona tekrar yalvardım bir hafta daha diye... ama sonuç, tık."
"nasıl? bir hafta bari uzatsaymış, elbet ödeyeceksiniz zaten, gençsiniz siz."
"işte bu yüzden bizi sevmiyor ya, gençmişiz; daha çok para gelmesi gerekirken hep laga-luga yapıyormuşuz, evden atacakmış böyle giderse... bilmem ne falan."
hyunjin'in kıkırdamasıyla kaşlarını çattı felix. gülerler böyle tabii... kendi de gülüyor acınası hâline. kira işleriyle hep o uğraşıyor, abisi sadece içine kapanıyor. evin küçüğüyken, nasıl da en büyük olmuştu birden? "hyunjin, ben bunaldım buradan." yanındaki gülmeyi bırakıp, kaşlarını çattı bu sefer.
"herkes işinde; şirketlerinin başında, oraya buraya koşturuyorlar veya senin gibi üniversite okuyorlar. sanki burada kimse beni anlamayacak gibi hissediyorum." hyunjin utançla boğazını temizleyip, oturduğu yerde daha da onun yanına kaydı. "yanılıyorsun... bu koskoca şehirde seni tanıdığıma sevinirken, sen beni görmezden geliyorsun. bir daha düşün, kimse anlamayacak mı? ben varken?" ardından da felix gülümsedi yakınındakine.
"iyi bir dostsun." işte bu biraz buzları kırmıştı. hyunjin, felix'ten 'dost' kelimesi duymayı hiç sevmezdi. "sen de iyi birisin, iyi ki yanımdasın."
"bana hiç 'yongbok' diye seslenmiyorsun artık, alıştın..." diyerek sırıttı yanındakine. hyunjin de gözlerini irice açıp etrafta gezdirdi. tabii diyemedi 'abinin korkusuyla...' diye. "şey ya, sen demiştin zaten 'felix' olarak seslen diye. mecbur alışacaktık," diyerek ensesini kaşıdı. "ama... her türlü sen, sensin. yani ismin bir önemi yok demek istiyorum, abin bana birkaç şey anlattı."
"o bacaksız hem seni sevmiyor, hem de sır söylüyor." birlikte aynı anda güldüklerinde hyunjin ona baktı, harbiden iyi gözüküyor ama tuhaf gibiydi de, tanıdığı felix bu değilmiş sanki. onu neşelendirmek için elinden geleni yapıyor, fazlasıyla koruyup kolluyor onu.
-★★★
felix'in henüz gelmemesine karşın biraz endişeliydi minho. evin içinde tur atıyordu ve düşünceleri onu yiyip bitiriyordu. üstelik jisung da vardı o düşünceler arasında; dün yaşadıkları ve hisler. kısa ve öz bir düşüncedeydi fakat ne düşüneceğini bile bilemeden, karmakarışık (simsiyah bir karalama gibi) kafa yapısıyla duruyordu.
kapı çalınca telefonu bırakıp kalktı ve açtı. felix'i görmek istiyordu, jisung'u değil. üstelik jisung ne umutlarla gelmişti buraya; elinde tekrar pudingler vardı ve kalbi hızlı hızlı atıyordu.
ikisi de hiçbir şey demeden birbirlerine baktığından, jisung burnundan soluyup, "özür dilerim," demişti sadece. karşısındaki de ciddiyetle kaşlarını kaldırdı ve onu dinledi. "sana izinsiz dokunmamalıydım evet. ama pişman-"
"sorun değil."
şaşkınlıkla ona baktı jisung ve gözlerini kırptı. sözünü yarıda kesip, bıkkın bıkkın davranması sinirlendirmişti dürüstçe. onu baştan süzüp tekrar gözlerine baktı. "gözlerin öyle demiyor ama..."
"uzatma, sırası değil."
kapının içerisine baktı ilk, daha sonra yüzüne. bu sefer nefretimsi bir yüz ifadesi kaplamıştı onu. "neden böylesin ki? niye gizliyorsun duygularını??" jisung'un sorularına karşı göz devirdi minho. "bunları sormak için mi geldin buraya?"