0

177 20 6
                                    

Zihnin tamamen boş olmasının ne demek olduğunu şimdi anlıyorum. Korkunç bir ortamda olmama rağmen hiçbir şey hissetmiyorum. Karşımda kocaman metal bir asansör kapısı ve yanımda vitrin mankeni gibi duran bir kadın var. Yüzü ifadesiz, ten rengi damarlarında kan yokmuş gibi beyaz ve gözlerini göremiyorum. Yüzünün o kısmını silmişler gibi sadece boşluktan, pürüzsüz bir deriden ibaret. Seyrek kâkülleri, küçük alnına nazikçe dökülüyor, uzun ve kahverengi saçları ince yapılı vücudunu boylu boyunca kaplıyordu. Hatta başını eğiyor olmasına rağmen saçlarının ucu zemine değiyordu.

Ben de onun gibi mi görünüyorum? Hayır, bu, ufak ve kapalı bir asansörün içerisinde tanımadığım bir kadınla mahsur kalmaktan daha korkunç olur.

Onu yeterince incelediğimi fark edip önüme döndüm, bu süre boyunca kafasını hiç bana doğru çevirmemişti. Birçok çizikle kaplı, bir yanıp bir sönen ışık yansıdıkça parlayan bir metal kapı vardı karşımda ve asansör çalışmıyordu, neden burada öylece dikiliyorduk?

"Asansör neden çalışmıyor?"

"Çünkü hazır olmanı bekliyor." korkunç dış görünüşüne karşın ses tonu o kadar güzeldi ki konuşmasını saatlerce dinleyebilirdim. Bir ninni melodisi gibiydi, anında içimi huzurla doldurmuştu.

"Ne için?"

Cevap vermedi. Zihnimdeki sorular o kadar fazlaydı ki artık uzun süre durmuyor, bir süre sonra yerlerini bambaşka bir soruya bırakıyorlardı. İçerisi sonsuz bir sessizlikle kaplıydı, asansör genişti ama duvarları üzerime geliyordu sanki. Ortam, kendi kalp atışlarımı duyabileceğim kadar sessizdi ama yanımdaki kadının nefes aldığından bile emin değildim.

Nihayetinde ayaklarımı her defasında yerden kesecekmiş gibi hissettiren diğer asansörler gibi bu da çalışmaya başladı. Evet, o kelebek hissi, yanımdakinin aksine hâlâ canlıydı.

Hiçbir düğmeye basmamış olmamıza rağmen bir süre sonra asansör durdu. Kadına göz ucuyla baktığımda önünde birleştirdiği ellerini çözüp ilerlemem için işaret verdi. O an narin ve ince bedenini fark ettim, bunca zaman sadece suratına bakmıştım. Tıpkı bir hostes gibi giyinmiş ve bir de postacı şapkası takmıştı. Beyaz, tertemiz kıyafetlerine ve kıyafetleri kadar pürüzsüz olan tenine tamamen uyumsuz, kahverengi, kirli ve yamalı bir postacı şapkasıydı kafasındaki.

Geçmem için bana işaret veren elinin havada asılı kaldığını fark edince ona bir açıklama yapmazsam böyle devam edeceğini anladım.

"Nasıl geçebilirim? Kapı hâlâ kapalı."

"Sadece adım at."

"Öteki tarafta ne var?" bunu sormak biraz ürperticiydi, tüylerim diken diken olmuştu.

"Seni şu anki hâlinden daha beter edecek bir şey yok."

Dedikleriyle birlikte kendimi bile unuttuğumun farkına vardım. Hızlıca arkama döndüm, tıpkı beklediğim gibi bir ayna vardı ama bakışlarımı önüme çevirmem bir oldu. O kadar iğrenç bir görüntüm vardı ki bunu kendime yapamazdım.

Gerçi buraya gelmeden önce yapacağımı çoktan yapmışım da zaten.

Adeta kanla boyanmış bir tuvaldim. Kıyafetlerimdeki, yüzümdeki ve ellerimdeki kurumuş kanlar artık kırmızıdan bordoya geçiş yapıyordu. Tırnaklarım, aynaya baktığım o bir saniyede yanlış görmemişsem yerinde yoktu ama acımıyordu da. O pembe etleri görmüştüm, aralarından sızan kanlar yere damlayarak ufak bir gölcük bile oluşturmuştu. Gerisi morluk ve yarıklar, dikişlerden ibaretti ve o an anladım.

Bir insan bunca şeyden sonra hayatta kalamazdı, orası kesin.

Ancak asıl sorun şu ki...

Hâlâ nefes alabiliyordum.

Cesaretimi toplayıp bir kez daha baktım aynaya, kafamı o tarafa doğru zar zor çevirebildim ama yaptım. Tir tir titriyordum. Bakışlarım aşağıdan yukarı kayarken istemeyerek kendimi incelemeye başladım; üzerimdeki kot pantolon baştan aşağı çamur ve kana bulanmıştı, ve ayakkabılarımın rengi kirden görünmüyordu, tırnaklarımın olması gereken yerdeki pembe etlerden sızan kanlar ayakkabıma damlıyordu, kollarım yanık izleriyle doluydu, çürüklerimin ise haddi hesabı yoktu. Sertçe yutkundum, bunların nasıl olmuş olabileceğini düşünmek istemiyordum, sanki biraz zorlasam hepsini hatırlayacak ve sonsuz bir acıyla karşı karşıya kalacaktım.

Her şey çok garipti.

"Nasıl olur..."

"Adım at." kadının nefes almama bile izin vermeden yağdırdığı emirlere daha fazla katlanamadım ve öfkeyle bir nefes alıp kapıdan dışarı adımımı attım.

Adeta uçmak gibiydi. Birkaç saniyeliğine sanki kendimi havaya bırakmışım da yere çakılmadan önce nazik esintinin keyfini çıkarıyormuş gibiydim. Ayağım boşlukla buluştuğunda sersemleyip tökezledim ama arkamdan gelen kadın kolumdan beni yakaladı.

"Teşekkürler..." ona bakmadan nerede olduğumu anlamaya çalıştım ama nafile. Basık tavanlı, iç karartıcı bir alana çıkmıştı asansör. Muhtemelen bir zamanlar açık renk olan ama şu anda kirden neredeyse görünmeyecek hâlde olan fayanslar tavanı ve zemini, kısacası şu anda görünürde olan her şeyi kaplıyordu. Bu fayanslar her taraftaydı, zaten görünürde olan tek şey duvarlar ve tavandı, onlar da kirli fayanslardan oluşuyordu. Yine fayanstan yapılma, karşıda duran duvarda bir pencere vardı ama bu mesafeden sadece gökyüzünün maviliğini görmeme olanak sağlıyordu, bulutlar bile yoktu.

"Burası neresi?"

Birkaç saniyeliğine duraksadı, yere sabitlediği bakışlarını bana çevirmeden ince dudaklarını araladı: "Yanıldınız. Ne cennet ne de cehennem size bahşedilmedi. Tanrı düşündüğünüz kadar merhametli değildi. En başında günah işlediniz, hain olarak bilindiniz ve şimdi ruhlarınız geldikleri yerlere geri döndüler."

Topuklularından çıkan tok ses kulaklarıma doldu, etrafımda yavaşça yürümeye başlamıştı. Ağır ağır attığı adımların her biri içimi ürpertiyordu.  Loş denilebilecek ama biraz da karanlık bir hava hakimdi şu an ve bu, bir şeyleri seçebilmemi zorlaştırıyordu.

"Size iyilik ve kötülük bahşedildi. Basitti, yapılması gereken belliydi. Uyarılar ve sözler vardı, şükür sözcükleri ve fırsatlar yeterliydi. Buna rağmen kötülük çığ gibi büyüdü ve ötekiler bunun altında ezildi..."

Adımları tam yanımda durdu ve buz gibi soğuk olan nefesini kulağımda hissettim, "Masumlar."

Tüylerim diken diken olmuştu. Kaçmak istiyordum ancak neyle karşılaşacağımı bilmediğim için korkuyordum. Belki de bu hostes kılıklı kadından daha korkunçları vardı, kim bilir?

"Tanrı size gökyüzünü sundu, size hayat verdi, bunun yanında sonsuz fırsatlar, sonsuz tavsiyeler ve iyilikler... Yine de tüm bu nimetler size yetmedi. Daha fazlasını istediniz ve hata yaptınız, yanıldınız. 'Tanrı gökyüzündedir' dediniz. O, size asla düşündüğünüz kadar uzak olmadı. Kısacık hayatınızda attığınız her bir gereksiz adımda dahi O'ndan bir parça vardı fakat siz o kadar bencildiniz ki O'nu söküp attınız. Size verdiklerinden pişman. Hepsini geri alacak."

Bir süreliğine sessiz kaldı, başını kaldırmadan sanki tepkimi inceliyormuş gibiydi.

"Unutma, geleceğinizi siz belirlediniz. Kader diye bir şey yoktu." arkamda durup ellerini omuzuma attı. Sağ omuz tarafı yırtık kısma eli değdiğinde damarlarından kan akmadığından emin oldum çünkü çok soğuktu. İnsan olamayacak kadar soğuk. Buz gibi olan nefesini bu sefer boynumda hissettiğimde ona bakmaya çalıştım ama bir anda vücuduma öylesine bir acı hücum etti ki gözbebeklerim bile ağrımaya başlamıştı. Acı hissi çığ gibi büyüdü, kafamın patlayacağını zannettim çünkü öylesine acıyordu ki beynimi yerinden çıkarıp atasım gelmişti. Ellerimle kafama bastırıyordum sanki acıyı geçirecekmiş gibi, kadın yine bir şeyler anlatıyordu ancak duyamıyordum, acıdan hareket dahi edemiyordum. Acıdan olmasa bile ellerimle uyguladığım baskıdan ötürü kafam birazdan patlayabilirdi, dişlerimi deli gibi birbirine bastırıyordum, gözlerim faltaşı gibi açıktı. Kemiklerim derimin altında dövülerek toza dönüşüyor, organlarım birbirlerine yapışıyor gibiydi ve elimden sadece kendimi o kirli fayansların üstüne atıp kıvranmak geliyordu.

"O'nu reddedenler yerin dibine mahkûmdur." dediğini duyduğum sırada gözlerim çoktan kapanmaya başlamıştı.

Nihayet ölüyor muyum yoksa?

raspafiestas,, hyunhoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin