Havadaki bulutlar kararmış gökyüzünü yeni yeni özgür bırakmasına rağmen, ıslanan toprak kokusunun hala havada gezindiği eşsiz gecelerden biriydi. Gökyüzündeki yıldızlar karanlık gecenin içindeki umut ışığı gibi parlasalar da bugün pek de normal hissettiren bir gün olmamıştı başından beri. Ne toprak kokusu eskisi kadar güzel geliyordu artık, ne de gökyüzünde umut kalmıştı. Sevdiklerini yutan bir toprak nasıl güzel kokabilirdi ki? Umudu olan insanlar kaybolunca, nasıl o küçük ışık kümelerinden umut bekleyebilirdi ki?
Buz gibi bir ifadeyle iki toprak tümseğinin ortasına oturan siyah saçlı çocuk, bu lanetli sabahtan beri yaptığı şeyi sürdürerek küçük ellerini o iki tümseğin üzerinde gezdirmeye devam etti. Gözlerinden yanaklarına doğru alan yaşlar artık kurumuş, yüzündeki üzgün ifadeden geriye sadece derin bir boşluk kalmıştı.
Ben ise günlerdir yaptığım gibi, onu uzak bir köşeden izlemeye devam etmiştim.
Olaylar tabiki bir anda bu noktadan başlamamıştı, aslına bakarsak son yarım yılın büyük bir kısmı bu şekilde geçmişti. Saplantılı bir sapık olduğumdan onu izlemeyi tercih etmiyordum tabi, zaten sapık olmak için yaşım da tutmuyordu, sadece bu seferki kurban bendim ve bir günah keçisi olarak görevimi yerine getirmem gerekiyordu. Mensubu olduğum Eira adasının toplumu, on iki yaşındaki bir çocuğa -yani bana- kahin diyerek dünyanın kaderini bu minik ellere bırakacak kadar görgüsüzlerdi.
Ve aylardır peşini bırakmadan izlemeye devam ettiğim o çocuk da, bana verilen kehanete göre bu dünyayı kurtaracak olan ana karakterdi.
Bu dünya da böyle saçmalıklarla dolu bir bok çukurundan başka bir şey değildi işte.
Doğup büyüdüğüm ada halkının tuhaf özelliklerinden birisi, Eira halkının varlığından haberdar olan tek toplumun sadece kendileri olmasıydı. Bu gizli kapaklı işlerin sebebi de kesinlikle Eira halkının eski bir kehanetine dayanıyordu.
Eira halkının varlığını başka toplumların öğrendiği gün, Eira halkına verilen lütfun geri alınacağını ve sonsuz bir lanetle cezalandırılacaklarını anlatan uzun bir destan ıvır zıvırıydı. Sekiz yaşıma bastığım günden bu yana her bir gün kulaklarımızı kanatana kadar bu hikayeyi anlattıkları için bir süre sonra kehanet kelimesini duymak artık insanda kendini öldürme isteği yaratmaya başlıyordu. Eira halkında sadece çocuklarının bildiği eski ve yazılı olmayan bir kuralı bile vardı, o da "kehanet" kelimesini duyarsan kusmamalısın, yoksa yetişkinler seni saatlerce azarlar ve en az yedi yüz kez daha kehanet kelimesini kullanırlar... Tüyler ürpertici olmasına rağmen bir dakikalık saygı duruşu gerektiren bir yazılı olmayan kuraldır ve her daim hayat kurtarır.
Şaka bir yana, toplumumuzun oldukça sert bir yetişme ve yetiştirme şekli vardı ve beş yaşından itibaren katı bir eğitime maruz bırakılırlardı. Yiyecekler kısıtlanır, uyku zamanı asla sekteye uğratılmaz ve eğitime asla geç kalınmamalıdır. Geleceği görebilen bir topluma göre fazla gereksiz bir çalışma programlarına sahiplerdi işin kısası.
Buna rağmen o Eira halkı bunakları hep sağlam ve güçlü insanlar yetiştirmişlerdi.
Toplumumuzun kuruluşu çok uzun yüzyıllara dayansa da, o efsanelerin ana karakteri yerine geçen Dünya Ağacını Eira adasının merkezinde görmek herkese o efsanelerin gerçek olduğu hissiyatını yaşatmaya devam ediyordu. Şehrin tam ortasında devasa gövdesi ve yıldızları andıran yapraklarıyla, Eira halkının lütfu olan o ağaç, bence bir lanetten başka bir şey değildi. Eira halkının doğumundan ölümüne kadar gördüğü o ağaç, Eira halkının birer kahin olmasının arkasındaki yegane sebepti ve tüm dünyanın kaderini on iki yaşındaki bir kıza bırakan kaçık ihtiyar kümesinin mantıklı bir dayanak dediği devasa bir odun parçasından başka bir şey de değildi. Ne de olsa kehanet için adadan ayrılan insanlar, kehanet yüzünden mi yoksa kendi halt yemelerinden mi kaynaklanıyordu bilmiyorduk ama asla geri dönmüyorlardı. Ya kehanet uğruna ölüyorlardı, ya da dışarıdaki dünyayı görünce ada halkının ne kadar kaçık olduğunu fark ederek adaya dönmeyi reddediyorlardı.