Dün gece Maun'u gördüm rüyamda...
Yetimhanenin bahçesinde öylece durmuş bekliyordu. Kahve kıvırcık saçları beline kadar bukle bukle dökülmüş, yaz güneşi yüzünün sol yanına vuruyordu. Gözlerinin rengiyle oynuyordu Güneş. Bazen ela, bazen bal rengi...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Beş kişiydiler...direksiyonda, hemen yanıbaşında oturan tıknaz çocuğu tanıyordu. Adını bilmemesi onu tanımadığı anlamına gelmezdi. Zaten çoğu kişinin adını bilmezdi. İnsanları zihnine birtakım kodlamalarla kaydeder, her birini renklere bölerdi. Bu çocuk da 'tıknaz sürücü' diye kaydedilmişti oraya. Rengi ise maviydi; zararsız ve dingin... Onunla birkaç işe daha çıkmıştı böyle. Fakat gerekmedikçe hiç konuşmamışlardı. Anlaşılan çocuk da tıpkı onun gibi pek konuşkan biri sayılmazdı. Uysal, söz dinleyen, biraz da saf bir oğlandı. Sürekli elleriyle saçlarını düzeltiyor, sık sık da dikiz aynasından kendine bakıyordu. Gri kumaş pantolonuna, çizgili kırmızı gömleğine ve kalın boynunda son derece eğreti duran altın rengi zincire rağmen, henüz yeni yeni terlemiş olan bıyıkları yaşını ele veriyor, gizlemek istediklerini tek yumrukta yere seriyordu. Küçüktü. Arkada oturan üçlü ise ondan daha da küçüktü. Onları sadece tanımakla kalmıyor, adlarını da biliyordu; Hasan, Vedat ve Nuri...
Çelimsiz bedenleri birer ayçiçeği gibi iki büklüm, oturuyorlardı orada. Zaman zaman fısıltıları yankılanıyordu bu küçük, yeşil arabada. Her biri bir diğerinin kopyası gibiydi. Saçları üç numara tıraşlı, on bir, on iki yaşlarında üç küçük delikanlıydılar, heyecanlıydılar. Ağızlarından salyalar akıtan küçük yavru köpekler gibi bakıyorlardı, hemen karşılarında duran iki katlı ahşap villaya. Pek az deneyimleri oldukları için değildi bu heyecan, soygun için geldikleri diğer evlerin aksine bu evin özel bir anlamı vardı onlar için. İçeriye girdiklerinde yapmak istedikleri şeyler hakkında birtakım planlar yapıyorlar, sonra da yaptıkları bu planları beğenmiyor, yeni ve çok daha akılcı planlar atıyorlardı ortaya. Bu durum bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı ve sürekli bir şekilde devam ediyordu böyle. İçlerinden en büyükleri ise oydu; Dicle...
Üstelik en deneyimlileri de yine oydu. Herkes onun talimatlarına uyuyor, harekete geçmeleri için komut vermesini bekliyordu. Dicle ise bu komut için gözünü bile kırpmadan hemen karşıda duran iki katlı ahşap villanın avlu kapısını gözetliyordu. Araba, evin bulunduğu sokağın ucunda, tenha bir yere park edilmişti ve hava kimsenin onu görmesine izin vermiyormuşcasına karanlıktı. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu. Hepsi yarın yağacak olan yağmur için ışıklarını söndürüp gitmiş, yerlerini yağmur dolu bulutlara bırakmıştı. Aylardan Eylül, günlerden bilmem neydi ama üşümesi bundan değildi, Dicle zaten hep üşürdü;
- Dicle Abla, bizi iyi ki bu eve getirdin, dedi Hasan.
- Evet Dicle Abla, o kadından intikamımızı öyle güzel alcaz ki, görecek o, diye ekledi Nuri.
Dicle onları duymuyor gibiydi. Buna dair hiçbir iz belirmedi yüzünde. Simsiyah birer inci tanesini andıran kocaman gözleri kısılmadı mesela, ipekten kirpikleri hiç kımıldamadı sanki...Fakat içten içe, büyük bir memnuniyetle gülmekteydi. Bu oğlanları bugünkü soygun için bilerek seçmişti. Çünkü bu evin onlar için anlamı büyüktü, bunu biliyordu. Ev sahibi ünlü bir işadamıydı. Adamın karısı da sosyete dergilerinde boy boy pozlar veren nispeten ünlü bir kadın. Soğuk bir ocak günüydü o zaman. Ankara ayazlar içindeydi. Dışarıda yok denecek kadar az insan, gökyüzünde sayılamayacak kadar çok bulut vardı. Bacalardan yükselen dumanlar birbirleriyle fısıltı halinde konuşuyor, birer surete bürünüyorlardı. Soğuk, sızabildiği en ücra köşelere kadar sızmış, her şeyi, duvarları buzdan bir zindana hapsetmişti. Yetimhane ise farklı bir telaşın içerisindeydi. Günlerdir, hiç olmadığı kadar çok temizlenmiş, yatak çarşafları değiştirilmiş, ortalığa çeki düzen verilmişti. Müdüre Hanım her şeyin gerçekte olduğundan kat be kat güzel görünmesi için günlerce didinip durdu. Yemekler bile her zamankinden daha çok, menü her günkünden daha zengindi.
Çocuklar en güzel kıyafetlerini giymeleri konusunda sıkı sıkıya tembihlendi. Bütün bu hazırlık, beraberinde koca bir gazete ordusuyla birlikte, yetimhaneyi ziyarete gelecek olan bu kadın içindi. Küçükten başlayarak tüm çocuklar sıraya girdi. Kadın, siyah kocaman gözlükleri, permalı sarı saçları ve ağır, kaba kıyafetleriyle arkasında kameralarla birlikte giriş yaptı yetimhaneye. Dicle de oradaydı. En köşede bir yerlerde duruyor, Müdüre Hanım'ın sahtekarlıklarını dişini sıka sıka izliyordu. Kadın tüm çocuklarla abartılı bir istekle ilgilendi, onlara sarılıp kucakladı. Beraberinde getirdiği hediyeleri, yiyecekleri dağıttı. Kameralar gittiğinde ise her şey değişti. Az önceki tatlı, iyi kalpli, sevecen kadın gitmiş, yerine kibirli, bencil ve sevgiden nasibini almamış zalim bir insan gelmişti sanki. Homurdanıyor, yanında duran yardımcısına buradan bir an önce gitmek istediğini söylüyordu. Zavallı çocuklar, kendilerini bu hediyelere öylesine kaptırmışlardı ki, kadındaki bu ani değişimin farkında bile değillerdi.
Ancak Dicle görüyordu. Üstelik böyle olacağını tahmin ettiğinden bu duruma şaşırmamıştı da. Çocukların kadındaki bu değişimin farkına varmamasını diledi. Dicle alışkındı böyle durumlara, üstelik birçoğundan da büyüktü. Fakat içlerinde öyle deneyimsiz, öyle küçük olanlar vardı ki; dünyanın kötü renklerinden bihaber, yalnızca pembelikler ve maviliklerde yaşayıp gidenler...Sonra da vazgeçti bu isteğinden, ne kadar çabuk öğrenirlerse, öyle çabuk da alışırlar, bir kez, yalnızca bir kez ölürdü insan, yalnızca bir kez solardı çiçekler ve yalnızca bir kez kırılırdı kalp...
Tüm bu hengamede, yetimhanenin büyük, kahverengi, ahşap kapısına doğru gitmek üzere yol aldı kadın. Kapıya birkaç adım mesafesi kalmıştı ki, çocuklardan birkaçı peşi sıra koşup sarıldılar eteklerine. Suratındaki kocaman, asabi ve öfkeli ifadeyle birlikte büyük bir hışımla döndü kadın, çocukları ittirip, üzerini silkeledi, sonra Hasan yeniden sarılmak üzere hamle yaptı kadının üzerine. Bu esnada kürkünü silkelemekle uğraşan kadın onu görür görmez koca bir tokat indirdi Hasan'ın yanağına, ve ortalık buz kesti bir anda. Bir makasla ortadan ikiye ayrılan koca bir ip gibi kesildi sesler aniden. Beton duvarlar büyük bir hiddetle sarsıldı sanki. Dicle, kadına doğru bir hamle yapmak üzereydi ki, Müdüre Hanım tuttu onu kolundan, usulca yanına yanaşıp;
- Dur, dedi, bir adım daha atarsan pişman ederim seni.
Ederdi, bunu bilirdi Dicle. Ve bundan korkardı da. Fakat bu korku kendisi için değil, yetimhanedeki diğer çocuklar içindi. Müdüre Hanım Dicle'nin en zayıf noktasını bulmuş, onun canını yakmak istediğinde, ona değil, sevdiklerine zarar vermenin daha işe yarar olduğunu keşfetmişti. Dicle'ye vereceği cezaları sevdiklerine verirdi. Çünkü bilirdi; Dicle açlığa, karanlık bir odada birkaç saat yalnız kalmaya, bir hafta boyunca bulaşıkları yıkamaya dayanır, gıkını çıkarmazdı, ancak diğerlerinin bu halini görünce içi içini yerdi. Tüm bunları düşününce durdu Dicle. Gözlerindeki kocaman öfke Müdüre Hanım'ın gözlerinin içine içine işledi. Müdüre Hanım bu öfkeden bir an ürküp bıraktı Dicle'nin kolunu. Kadın ise dakikalar içerisinde terk edip gitti koca salonu. Ondan geriye koca bir kış kalmıştı. Yemyeşil ağaçların tüm güzelliklerini, tüm çiçeklerini bir buz gibi bir soğukla bir anda yok eden, tüm yeşillikleri kahveye, tüm pembelikleri sarıya döndüren koca bir kış. Ondan geriye, Dicle'nin öfkesi kalmıştı ve bu öfke er ya da geç yerini bulacak, her şey burada bitmeyecekti. Ve işte şimdi tam vaktiydi...