0.1

25 6 37
                                    

AYAZ DEMİRHAN'DAN;

"Bizi özledin mi oğlum?"

  Gülümsedim acı acı.

"Çok özledim anne. Tuzlu yemeklerini bile..."

  Telefondaki alayla güldü.

"Yalan söylemeye çok alışmışsın, belli oluyor. Söyle bakalım, yine mi o saati takıyorsun?"

  Kastettiği saat kendisinin bana doğum günümde aldığı saatti. Gülerek saate baktım. "Evet çünkü benim için öze-"

"Ah, hadi ama! Çok çocuksu bir hediye o!"

  Yüzüm düşmüştü, her özel anımı o kadar değersiz görüyorlardı ki bazen gerçek anlamda değersiz ve gereksiz biriymiş gibi hissediyordum. Ama en çok can yakan kısmıysa bunu bana hissettirenin anne ve babam olmasıydı.

"Takma, bir karizman olsun. Ayrıca kilo almışsın diyor diyetisyenin, bundan sonra kilo aldırabilecek şeylerden uzak duruyorsun. Bir gram bile kilo aldığını duymak istemiyorum. Sosyal medya hesaplarında da bir yoğunluk varmış ve sen şu birkaç gündür kimseyle muhattap olmuyormuşsun. Neden fanlarınla konuşmuyorsun, seni hiç anlamıyorum. Herkese ve her şeye de gülümseme, bir havan olsun. Zaten makyözlerin de senden şikâyetçiler."

"Neden?"

"Makyaj yapmalarına engel oluyormuşsun ve ben artık film çekmek istemiyorum demişsin."

  Güldüm, tırnaklarımla oynamaya başladım. Gözlerim doluyordu ister istemez, her konudan yargılanmak... Bazen ölmek ister insan...

"Seni kolejden almayı planlıyoruz. Bir devlet okulu aklını başına getirir senin."

"Bu en iyisi..."

"Neden diye sormayacak mısın? Ya da sorma boş ver. Ben verdim zaten kararımı."

  Arkadan da babamın sesi geldi.

"Kiminle konuşuyorsun?"

"Oğlunla."

"Ayaz..."

"Efendim baba?"

"Seni sevmiyoruz, bilmeni isterim. Bizi de arama boş yere, rahatsız oluyoruz."

  Yüzüme kapanan telefonun ardından sadece yürüdüğüm yola baktım. Yüzümde maske, başımda bir şapka ve kulaklıklarımla yapayalnız yürüyordum. Nereye, niçin, nasıl gittiğimi bilmeden; sonu nereye varacak bilmeden gidiyordum. Yolun sonu nereye varırsa oraya... Belki sona, belki sonsuzluğa...

  Yağan yağmurla beraber adımlarımı hızlandırıp motorumu hep park ettiğim yere vardım. Şapkamı çıkarıp yere fırlattım. Kaskımı kafama geçirmedim, neden geçireyim ki? Hapla intihar etmek isteyen insan hapı şekerle yutmaz ya, benimki de o hesap işte.

  Motora yüklenip çalıştırmaya başladım. Kulaklıklarımdaki sesi fulledim. Yağmur kafama yağıyor, yüzümdeki kanayan yaralara değiyor, hafiften canımı yakıyordu. Ve bu beni daha da dinç yapıyordu...

  Gaza daha fazla yüklenip yüzüme vuran rüzgârın şiddetini artırdım. Aynı zamanda şarkının nakarat kısmına denk gelişiyle şarkıya da eşlik ettim. Gözlerimi kapatıyor hatta zaman zaman ellerimi bile çekiyordum. Umrumda değildi yaşamak. Zaten ölmüştüm de bir toprağım eksik.

  Nedensizce bir durma isteği geldi. En sevdiğim yere gelmiştim, her ölüm planımı burada kurmuştum. Burası benim Kanlı Ev'imdi. Çocukken bakıcımın bana anlattığı her masal hep mutlu sonla bitince kendi hikâyemi yazmaya karar verdim, daha çok oyuncaklarla. Ben her ne yaparsam yapayım hikâyemin sonunda ya başrol kız ya da başrol erkek ölüyordu, her hikâye kanla bitiyordu. Ve nedense ölümleri bana çok iyi geliyordu, kurtulduklarını düşünüyordum. Ben de 'Acaba benim hikâyemin sonunda ben nasıl öleceğim?' diye düşünür ve her ölümümü bu evde hayal ederdim. Düşünsenize, ta çocukluktan beri hayalini kurduğum şeydi ölmek... Sözde çocuktum...

DOLUNAY-1 (Sıfırdan başlamak)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin