"Soğuk bir kış günü kasabadan geçmekteydim. Üzerimde havanın soğukluğuna rağmen ince bir penye kazak ve eski bir ceket vardı. Fermuarı paslanmıştı, demir ucuyla oynuyordum.Kasabanın içerisindeki çeşmenin yanındayken az ileride beraber oynayan çocuklara kaydı gözlerim. Her birinin kahkahaları soğuk havaya karışıyor, kulaklara doluyordu. Beni farketmemelerini umdum, ilerlemeye devam ettim. Her zaman ayrıştırılan olmuştum. Belki benim de onlar gibi bir babam olsaydı hiçbir şey böyle olmazdı.
Ekmek fırınının önüne geldiğimde meydanda yabancı simalar görmemle duvarın kenarına iliştim, saklandım. Gözlerimi meydandakilere diktim. Bir kadın ve 12 yaşlarında bir çocuğun kolları çantalarla, bavullarla doluydu. Öylece dikiliyorlardı orada. Muhtarlığın önünde birilerini bekliyorlardı sanki. Kadın orta boylu, sıskaydı. Buna rağmen yüzünün güzelliği dikkat çekiyordu. Yanındaki ise çocuğu olmalı, diye geçirdim içimden. Yuvarlak yüzlü, kumral bir çocuk. Annesi ile konuşuyor, arada bir kıkırdayışlarını duyabiliyordum. Muhtarlıktan uzun boylu bir adam çıktığında ise gülüşleri kesilmiş, yüzü asılmıştı. Adam küçük bir oğlanın bileğini kavramıştı. Çocuk ise babasının adımlarını yakalayabilmek için sık sık minik adımlarını tekrarlıyordu. Sebepsizce sevimliydi.
Kadınla adam konuşmaya başladığında büyük oğlan onlara dikkat kesilmişti. Küçük çocuk ise gökyüzünden yağan kartanelerini hayranlıkla izliyordu. Yüzü bembeyazdı, yalnızca yanakları ve burnu kızarmıştı. Düz pembe bir dudağa sahipti ama kıvrıldığında görülüp görülebilecek en güzel şey olduğunu farketmiştim. Gözleri gökyüzündeyken gözbebekleri sanki ıslakmış gibi parıldıyordu. Gülümseyen gözleri, havaya kaldırıp kartanelerini yakalamaya çalıştığı minik elleri, kıvrık dudakları, pembe yanakları kalbimi titretmişti. Zaten üşüyen bedenim artık yalnızca üşümüyor, bir yandan ter dökerken diğer yandan titriyordu. Gözlerimi doldurdu güzelliği, dudaklarımdan kıkırdayışlar dökülüyordu. Tuhaf bir şekilde yanıyordu yüzüm, yanaklarımın kızardığından emindim, utanıp başımı önüme eğdim. Elimi deli gibi çarpan kalbimin üzerine koydum. Kafesimi delecekti sanki.
Az sonra ailesiyle birlikte yürümeye başlamıştı. Beni farketmemeleri için onları uzaktan takip edecektim. Fırını geçip dağa giden patika üzerinden ilerlediler. Sağ yola sapıp keçilerin her sabah geçtiği toprak yol üzerindeki eski malikaneye girdiler. İçeriye taşınana kadar bekledim. Herkes girdikten sonra malikanenin çevresini turladım. Böyle bir malikane olduğunu biliyordum fakat hiç gelip yakından inceleme şansım olmamıştı. Dört bir yanı çam ağaçlarıyla çevrili, geniş bir bahçeye sahip, eski ama büyük bir malikane. Aile büyüklerinden kalmış olabilir, diye geçirdim içimden. Belki de kiralamışlardı.
O günden sonraki 12 gün boyunca gelip geç saatlere kadar küçüğün evden çıkmasını beklemiştim. Sabah evden erken çıkıyor, ders başlamadan bir süre evvel gelip eski malikanenin önünde bekliyordum. Akşam üzeri ise çantamı bir kenara bırakıp gökyüzü karanlık olana kadar malikaneyi, hiç ışığı sönmeyen ikinci kattaki geniş pencereli odayı izliyordum. 12 gün boyunca yalnızca bir-iki kez sabahın erken saatlerinde bahçedeki tulumbadan su dolduran yuvarlak yüzlü kumral çocuğa denk geldim. Sert mizaçlıydı. Gülümsediğini yalnızca annesiyle konuştuğunda görmüştüm. Beni farketmiştir eminim ama hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmayı tercih etti. Yüzündeki yeni izler dikkatimi çekmişti. Saçları dağınık, yüzü hep yorgundu. Hep uykusuzdu sanki. Kardeşine nazaran yaşının büyük olmasına rağmen okula gelmiyordu. Belki de yalnızca yeni taşındıkları içindir, deyip geçiştiriyordum kendimi.
Ayrıca nadiren Han Jisung'la karşılaşıyordum koca malikanenin önünde. Şimdiye değin esamesi okunmayan malikaneyi Han Jisung mesken edinmiş olsa gerek diye düşünürken uzaktan kumral çocuğu gözetlerken yakalamıştım onu. Hayranlıkla pencereden dışarıyı seyreden çocuğu izliyordu o da. Beni farkedince iki adım geriledi, bir anda yüzündeki çiçekler solmuştu sanki. Yerden bir taş aldı bana atacak oldu, başını çevirdi sonra, kumral çocuk ikimize dikkat kesilmişti. O da elindeki taşı atıp kaçıverdi oradan. Bir daha da ne Han Jisung'u malikanenin önünde, ne de küçük çekik gözlerinin bir başkasına karşı o kadar hayranlıkla parladığını görebildim.
İlerleyen günlerde bu defa küçük gamzeli çocuğu görmüştüm tulumbanın başında. Bunun tek şansım olabileceğini düşündüm. Geniş demir kapıya adımladım, parmaklıklara tutundum. Çocuk beni farketmişti ama yanıma gelmedi. Uzaktan baktı yalnızca. Ben ise ne el salladım, ne gülümsedim. Üzerinde yün bir kazak vardı. Yer yer ilikleri gevşemiş olduğundan beyaz teni seçiliyordu. Gerdanını örtmüyordu kazak. Saçları gözlerini kapatıyordu. Pembe dudakları kurumuş olsalar da hala gözlerimi alamıyordum, beni delirtebilirlerdi. Bir süre daha bana tereddütle baktıktan sonra elini tulumbadan çekip su dolu kovayı yere bırakmış, başını kaldırıp geniş pencerede onu seyreden abisine dönmüştü. Konuşmadılar, yalnızca yuvarlak yüzlü çocuk başını salladı, hafifçe gülümsedi. Gamzeli çocuk önüne döndü, çatlamış dudakları tekrar kıvrılmıştı. Demir kapıya adımlamaya başladı.
Kalbim ağzımda atmaya başlamıştı. Kaçmayı geçirdim içimden. Parmaklarım buz kesmişti. Bekledim yalnızca. Bu saatten sonra kaçamazdım. Bana yaklaşan miniğin bedenini izledim. Ağlamamak için zor durdum. Ne oluyordu yetim çocuğa böyle? Yeterince yaklaştığında, "Merhaba!" diye fısıldadı. Karşılık verdim, dudaklarımı bastırdım. Konuşamadım, konuşmasını bekledim.
"Benim ismim Jeongin." dedi heyecanla. Parmağıyla geniş pencereyi gösterdi. "O da benim abim, Min-ho."
Min-ho'ya kaydı gözlerim. Yorgunlukla kardeşini izliyordu. Gamzeli çocuğa baktım. Beklentiyle yüzümü inceliyordu. Boyuna eğildim, onun gibi fısıldadım demir parmaklıkların arkasından. "Ben de Hyunjin." Yüzü sevimli bir hâl aldı. "Çok güzel."
Gamzelerine iltifat etmek istedim. Bir süre sustum. Kıkırdadım. Çok soru geçiyordu kafamın içinden ama sormadım. Yalnızca dudaklarını, gamzelerini, gözlerini fırsat bulmuşken daha yakından inceledim. Her bir ayrıntısını, saçlarını, minik ince parmaklarını. Kusur aradım, bulamadım. Nadide çiçeğim, dedim içimden. Dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyordum. Parmaklıklara geçmiş parmaklarımın üzerinde hissettim ellerinin sıcaklığını. Tekrar fısıldadığında başımı eğip dikkatle dinledim. "Tekrar gel, şimdi içeriye girmeliyim." Başımı salladım, gülümsedim. Döndüğünde ensesinde yer yer tahriş olmuş teninin kırmızılıklarını kestirdi gözlerim. Bir an huzurum kaçtı. Minik ilerleyip yerde duran su dolu kovayı kavrayıp güçlükle içeri çekti. Kapıyı kapamadan el salladı yetim çocuğa, yetim çocuk karşılık verdi. Kapı kapandıktan sonra ellerini çekti parmaklıklardan, okulu yerine her gün gittiği çınar ağacına gitti bu defa.
Ne mutluydum o gün. Ne sarsılmıştım henüz ismini bilmediğim bir şeyle. Sermanın soyduğu kütüğün dibine çöktüm, yaslandım. Dudaklarım gerilmişti. Hiç yapmadığım kadar içten gülümsüyordum şimdi. Kalbim çığlık çığlığaydı sevincinden. Kim bilebilirdi yetim kumral çocuğun soğuk parmaklarını ufak gamzeli bir çocuğun gülümsemesinin ısıtacağını. Nefes aldığımı hissettim, ağlamadım o gün. Her günün aksine yalnızca gözlerimi acıtan güneş şimdi bedenimi de ısıtıyordu. Ne sevinçliydim o gün nadide çiçeğim. Ne yorulmuştu kalbim hızla çarpmaktan."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kasım yağmuru, hyunin.
Fanfictionzihninin güneş doğmayan beyaz platolarında kaybolmuş yetim kumral çocuk ve tütün kokulu nazende sevgilisinin silueti. [!!angst.]