Parmaklarımın arasındaki kalemi hafifçe kağıtta gezdirip masama bıraktım. Kağıdı nazikçe katlayıp masamın sağında olması gereken oymalı meşe kutuyu aradım dakikalarca. En sonunda önüme çekip katladığım kağıdı da içine koydum, bir süre durup düşündüm. Yerimden kalkıp komodinin üzerindeki mumun altına sıkıştırdığım Polaroid'i çekip aldım, ıslak dudaklarıma bastırdım. Sevgilimin yüzünün olduğu yeri öptüm dakikalarca. Ardından ilerleyip fotoğrafı da kutuya koyduktan sonra kapatıp ince bir ip bağladım sıkıca. Üzerine bir kitabımın sonundan kopardığım kağıda karaladığım notu mum eritip mühürledim. Özenle kutuyu evimin girişine bırakıp dışarı çıktım. Ne çubuğuma, ne gözlüğüme uzandım. Havanın soğuk olmasına rağmen üzerime giymek için dahi bir şey almamıştım.
Kuşlar daha canlı ötüyorlardı sanki bugün, çiçeklerin renkleri daha parlak, güneş daha sıcaktı kasıma rağmen. Gülümsedim, yoluma devam ettim. Her zamanın aksine önünden geçtiğim dükkanlara dönüp büyük ihtimalle kapısının önüne kurulmuş esnaflara selam vermiş, bir parkta durup çocukların yüzlerini okşamıştım.
Denizin kayalara çarpan dalgalarının sesini dinledim, bir banka oturdum dalgaların paçalarımı ıslatmasına izin verdim. Türküler söyledim o gün martılara. Adımlarımı sürüklemedim, isteyerek attım her birini. Kalabalık yerlerden nefret etsem de kendime söz vermiştim sanki şehri turlamaya. Yerimden tekrar kalktım. Dar sokakları, sıkışık caddeleri dolaştım saatlerce ama sıkılmadım hiç, ağlamadım bile.
Sevgilimi özledim, zihnimde yaşattım. Gün boyu yanımdaydı silueti, ellerimdeydi parmakları, saçlarımdaydı dudakları. Göğsüne dayadım başımı. Hasret kaldığım kokusunu doya doya çektim ciğerlerime. Kedileri okşadım, martılara simitler attım, havada yakaladılar. Sevgilim izledi beni gülümseyerek. Gökyüzüne ne oldu, diye sordum bir kez. Bana cevap vermedi, gülümsemeye devam etti. Bir anda kara bulutlar kapamıştı güneşi, yıldızsız gecemin daha da kararmasından anlamıştım. Huzurum buharlaşıverdi. Kör gözlerimi gökyüzünden ayırdım, sevgilime çevirdim... Onun silueti de kayıp gitmişti benden.
Deniz kenarından ayrıldım, şehir merkezine adımladım. Ezberimdeki sokakları teker teker duvarlarını okşayarak arkamda bıraktım. Yine kahkahalar, araba sesleri, çocuk çığlıkları; ince, camdan bir vazo gibi paramparça etti zihnimi ama yoluma devam ettim. Duraksamadım bir kez. Sanki nereye gideceğimi biliyordum, bir şey, biri beni çağırıyordu da ona gidiyordum.
Bayağı kalabalıktı seslerden anlaşılacağına göre trafik, işlek bir caddenin karşı tarafındaydım. Yaya geçidi diye anımsadığım yerde duruyordum. Yanımda biri vardı, kulaklıkları takılıydı, müziğin sesi çok net duyuluyordu gürültüye rağmen. Dinlediği müziğe kaptırdım bir an kendimi. Karşı taraftan biri bana seslendi, emindim. Jeongin'di bu! Beni çağırıyordu, ona gitmeliydim. Durdum, müziği biraz daha dinledim, gülümsedim, gözyaşlarına boğulacak gibi oldum.
Kollarımı uzattım karşıya doğru koştum, yol uzundu emindim ama sonuçta bir yaya geçidiydi. İçimdeki fırtınayı bastırmıştı sesi. Şimdi kollarına girecektim, bedenimdeki susuzluk, huzursuzluk da akıp gidecekti bileklerimden kasım yağmuru taneleri gibi. Gözlerimi iyileştirecekti o! Benim mahperim bana gelmişti!
İlerledim ilerledim, bağırdım birkaç kez. Sevgilim, dedim, sustum. Arkamda birinin bağırdığını duydum, dehşet verdi bana, canı pahasına cırlıyordu. Hatırlamıştım. Kulaklıkla şarkı dinleyen bir genç kızdı o, şimdi benim için bağırıyordu. Haykırışlarına araba sesleri, kornalar karıştı, yolun ortasında bedenim kaskatı kesildi. Başımı bir sağa bir sola çeviriyordum. Gidemedim ileriye. Az sonra bedenim sarsıldı. Bir sarsıntıydı ama canımı çok yaktı.
Asfaltta sürüklendim saniyelerce, başım taşlara çarptı sertçe. Kuşlar konuşmadı, yolun karşısındaki bana tekrar seslenmedi. Bana bağıran kızın haykırışları hâlâ zihnimde.
Mahperimin yüzü geldi gözlerimin önüne. Parlak yüzü beliriyordu bulanık zihnimde. Büyümüştü, eskisinden daha da güzelleşmişti. Gamzeleri daha belirgindi şimdi. Pembe dudakları kıvrılmış bana gülümsüyor, rüzgar yumuşacık saçlarına benim yerime dokunuyordu. Beyaz elbiseler içerisinde meleksi güzelliği aklımı başımdan aldı. Küçük kasaba, ardı ardına sıralanmış dağlar, tepecikler, kardelenler, türküler, okuldaki sıramız, çınar ağacının dalları, âmâ adamın kulübesi, vadideki nehir, çizdiğim kaya, plastik botlarım, kadife palton, karın üzerindeki kan izleri...
Hayatımı tekrar yaşıyordum sanki, her şey gözlerimin önüne geldi. Mektuplarım ve Polaroid. Bedenimi sürükleyen araba mıydı canımı yakan yoksa tüm bunlar mıydı?
Ağır bir sızı hissettim, dakikalarca inledim. Bedenime kramplar giriyordu, başım kaldıramayacağım kadar ağırdı. Nefes almam zorlaşıyordu gittikçe; bacaklarım uyuşuyor, ciğerlerim yanıyordu. Gözlerimi açmayı denedim, kırmızıydı. Kadınlar bağrışıyordu. Bedenimdeki acı biraz da olsa azalsın diye bildiğim tüm duaları mırıldandım. Tanrı'ma dua ettim, beni yanına çabuk alsın.
Paramparçaydım şimdi. Belki de içim artık yanımda, asfalta seriliydi. Benim sevgilim öpemeden paramparçaydım. Bize yaktığım sigaralar geldi aklıma, sözlerimiz geldi, beni öpeceği günler, belki ilk sevişmemiz. Yetim kumral çocuk, tütün kokulu gamzeli sevgilisi geldi. İç çektim. Kaburgalarım ağrıdı, sızım arttı düşündükçe. Ağrılarım arttı, sancılarım arttı.
Yüzüme bir şeyler bağlandı, göğüs kafesimde eller hissettim. Bulanıktı her şey, hayal gibiydi. Her şey bitmişti lâkin. Tiz bir ses işittim. Deliksiz tiz bir ses. Nefeslerimi kaybettim sonra. Sıktığım parmaklarım kendiliğinden gevşedi, son ana değin gülümsedim. Sonsuzluğa adımlıyordum.
Bir şeylerin sonunda olacağını anlamıştım, sabahtan. Belki de dünden. Âciz bedenimin özgür kalacağı, gözlerimin tekrar göreceği günler gelmişti sanki. Tanrı sevgili kulunu yanına çağırıyordu büyük bir ıstırap içerisinde. Çünkü Tanrı'nın sevgili kulu nazendesine doyamadı. Özür dilerim okuyamadım bizi ağaçlara, dağlara, kuşlara. Henüz ölmeye hazır değildim Jeongin, beni o kırmızı vagonun enkazından kurtar istedim. Neden çok geç demek canımı yakmıyor artık bilmiyorum ama bizim için çok geç sanki. Enkazdan eser yok artık sevgilim, yalnızca ismini içli içli haykırmaya devam eden paramparça bir beden kaldı geride. Ah! Sevgilim! Ah küçüğüm! Bize yalan söylediler, saf yüreğimizi fırsat bildiler. Dünya bize anlatılan değil, ne sevenler kavuşur, ne iyi yürekliler kazanır sonunda. Korkarım lâkin sıra sende nazende sevgilim, bu vedamın hatrını say isterim. Bize, hasır bir kağıda yazıp cam şişe içerisinde mavilere bıraktığım hayallerime, güzelliğini fısıldadıktan sonra parmaklarım arasından semâya kayan beyaz güvercinlere, antlarımızın, kahkahalarımızın yankılandığı beyaz örtülü dağlara sözler ver, unutma onları. En çok da kör gözlerimi, nasırlı parmaklarımı. En büyük cezam sendin sevgilim, sınavım sendin. Bedenim pembe dudaklarından, tütün kokundan, cennetin tabiri o fotoğraftan men edildi, saçları döküldü sonunda bir tutam kaldı, parmakları tutamayacağın kadar inceldi, dudakları öpemeyeceğin kadar kurudu. Çocukken ruhu ölen yetim kumral çocuğun bedeni sesine hasretten uğurlandı cennete şimdi. Dileriz iyi olsun orada, özlemini gidersin gözleriyle, simâsına hasret sevgilisiyle. Fâni'deki yokluğun buz yanığı lâkin; Prens'inin kirpikleri ıslak, kuşların şakımaya mecali kalmamış.
Ve sevgilim; ıstırabımın tarifi yok, kuşlar ötmez, çiçekler açmaz. Uğruna gözyaşlarım aldı gözlerimi, gözlerim görmez. Bedenim paramparça kırmızılar içinde, dilim konuşmaz. Ellerim tutmaz, kalemim yazmaz. Mezarım kollarından başkası şimdi, bedenimi yıkayan yalnız bir kasım yağmuru...
✓
^^
beklentinizi karşılar umarım.
sonsuza dek sizi seviyorum,
öperim saçlarınızdan.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kasım yağmuru, hyunin.
أدب الهواةzihninin güneş doğmayan beyaz platolarında kaybolmuş yetim kumral çocuk ve tütün kokulu nazende sevgilisinin silueti. [!!angst.]