I

33 4 0
                                    

Ayakları çıplak, ütünde eskimiş ve leş kokan kıyafetlerle kaldırımın ortasından yürüyen kör bir dilenci bağırıyordu: "Yardım edin! Yardım edin..."

Hava o kadar soğuktu ki üzerimde paltom olmasına rağmen beş saniye yerimde hareketsiz dursam sanki kar fırtınasının içinde kalmış gibi hissediyordum ama ortada kar falan yoktu, soğuk havaya gücünü kazandıran Ankara'nın kuru ayazı ve esen rüzgarıydı. Bulunduğum cadde en işlek caddelerden birisi, Ankara'nın kalbiydi ama o kadar insan olmasına rağmen bu zavallı dilenciyi kimse umursamıyordu, ben bile. Umursamadan karşı kaldırımdan geçip gitmiştim ve bu sahne hala zihnimde hüznünü koruyor. Neden ona yardım etmedim, uzun zamandır düşünüyorum ama cevap yerine sadece pişmanlık var. Acaba o insanın yanından umursamadan geçip giden diğer insanlar da aynı şeyi düşünüyor mudur? Onu öylece görmezlikten gelmişlerdi, sanki hiç yokmuş ve hiçbir zaman var olmamış gibi. Tabikî büyük çoğunluğu, soğukta o kadar bağırmasına rağmen onu fark etmemişlerdir bile. Fark etseler bile umursamadılar, umursasalar bile yardım etmediler. Şimdi büyük ihtimalle onu sadece ben hatırlıyorumdur.

İnsanların kulaklarında tıkaç gözlerinde at gözlüğü ve "Benim çok önemli bir işim var" edası beni her zaman rahatsız etmiştir. Ama ne zamandan beri rahatsız oluyordum. Ne zamandan beri içimdeki bu hisler patlama noktasına gelmişti? Eskiden bende o sıradan insanlar gibiydim. Güzel bir işim vardı, kendi dünyamın efendisiydim. Şimdi ise kendimi bu mektubu yazarken, beklide uçurumun kenarında buldum.

Beni bu noktaya getiren yolculuğumu anlatmadan önce bu dilenciye bir kez daha değinmek istiyorum çünkü o benim için bir nevi başlangıç noktası. Belki öyledir belki değildir ama ben bu yavaş yavaş değişen karakterimin çoğunu ona borçluyum ve bende bıraktığı bu vicdan azabına.

Kalın ve sıcak kıyafetlerimle soğuk rüzgarlar esen bu havada ben bile titriyorsam bu zavallının, çıplak ayaklarla ve üzerindeki azıcık eski kıyafetle ne zorluk yaşadığını hayal edemiyorum. Gözleri görmediği için boşluğa doğru bağırıyordu. Sadece yardım istiyordu. Bırakın yardım etmeyi bazıları ona tiksintiyle bakıyordu. Belki bu gurubun içinde bende vardım, dediğim gibi o zamanlar bu geldiğim noktada değildim. Hatırladığım kadarıyla adam otuz beş kırklı yaşlar arasında olmalıydı onu iki dakikalığına falan görmüştüm. İlk önce bağırışlarını duydum ve ona doğru baktım. Sonra bu durumdan rahatsız olduğumu hatırlıyorum ve yoluma öylece devam etmiştim. Beni rahatsız eden belki de kimsenin ona yardım etmemesiydi. Her şeye rağmen o zamanki ben yoluna devam etti ve zahmete girmedi. Şimdiki ben ise bunun vicdan azabını çekiyor. Yavaş yavaş dolarak taşan bir vicdan azabı şimdi de bu kağıtlara dökülüyor.

Sadece iki dakikalık bir anı ama bana insanlar hakkında çok şey öğretti ve ben farkında olmasam da beni yavaş yavaş bulunduğum o perdenin arkasından çıkardı. Bana başka bir dünya gösterdi. Sonunu öngöremeyeceğim, hüzünlü bir o kadar da trajik bir olaya götürdü.

Yirmi beş yaşında Ankara'daki hatırı sayılır bir üniversiteden işletme diplomamı alıp mezun oldum. Sonrasında iş bulmakta zorlanmadığımı hatırlıyorum. Neyse ki Kayseri'de yaşayan babamın da araya girmesiyle bir sigorta şirketinde işe başlamıştım. İlk günümde siyah saçlarımı arkaya doğru güzelce taramıştım. Babamın bana gönderdiği harçlıklarımla aldığım takım elbisem üzerimdeydi ve yine babamın bana hediye ettiği koyu kahverengi evrak çantam vardı yanımda. Daha çantamın içine ne koyacağımı bilemediğim için sadece birkaç kâğıt ve kalem vardı. Bordo rengi sivri burun ayakkabımı parlatması için kaldırımın kenarında çalışan bir çocuk bulmuştum. Onu görünce ne kadar şanslı olduğum aklıma gelmişti çünkü evden çıkarken ilk günün verdiği heyecanla ayakkabılarımı temizlemeyi unutmuştum ve işte karşıma bir şans çıkmıştı bunu es geçemezdim. Nihayetinde güzel bir başlangıç istiyordum ve daha ilk günden şık bir şekilde işe başlamak benim için çok önemliydi. Bir prens gibi. Çocuğun yanına gidip hemen ayakkabımı tahtasının üstüne bastım. Müşteri bulmanın sevinciyle onun da gözlerinin içi parlamıştı. Şu an benim görebildiğim o kabalığım onun umurunda bile değildi. Tek istediği karnını doyurmak için üç beş kuruş olan bu ufaklık hemen aletlerini, çeşit çeşit cilalılarını gözden geçirdi ve hızlı hızlı ayakkabımla ilgilenmeye başladı. Üstü başı toz içindeydi ve sanırım bir haftadır yıkanmamıştı. Üstündeki palto ellili yaşlarındaki insanların giyeceği cinstendi. Yeşil renkti ve ince çizgileri vardı, dirseklerinde de yamalar. Üzerinde birazca büyük geliyordu ama buna pek aldırış etmiyordu. Pantolonunun paçaları yırtıktı, sanki bir terzi ona bırakılan bir pantolonu almış paçalarını açmış ama düzeltmeden masasında bırakmış gibiydi. Kırmızı atkısının kenarından verdiği hızlı hızlı nefesler buhar olarak havaya yayılıyordu. Ellerinde parmakları açık eldiven vardı. Siyah renkti ve tozdan rengi açılmıştı. İşi bitince benden beş milyon istemişti. Bende fiyatı birazcık pahalı bulduğumdan onu terslemiştim. Yakasından tutup "Seni küçük dolandırıcı" diye bağırmıştım suratına. "Tamam ağbey kızma üç milyon olsun senin için" demişti. Bende onun yakasını bırakıp cebimden parasını çıkarıp kutusuna fırlatıp gitmiştim. Ayakkabılarımı ne güzelde yapmıştı. Ama o zamanki karakterim ona acımasız davranmıştı. Bir de üstüne üstlük yoluma giderken o ve onun gibilerinin arkasından atıp tutmuştum. Birazcık empati, benim için çok fark yaratırdı o zamanlar. Keşke.

İnsan Gibi GözükenlerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin