park sunghoon's pov
Acı… Bedenimize yayılıp, bizler için kalıcı izler bırakabilecek güçte olan yegâne his. Onsuz bir hiçlikte, onunla ise bir 'hiç' olacağımız o his. Acı olmazsa içimizde barındırdığımız insanî oluşumlardan da yoksun oluruz. Acı varsa bir süre sonra bu hissin ta kendisi oluruz. Acı en çok ruha dokunduğu için oldukça tehlikeli bir duygudur. Ruhta açılan bir yara hiçbir zaman fiziksel bir yaraya denk olmaz. Kafaya alınan bir darbede; fiziksel olarak iyileşsek bile o yara derinse bizi içten içe bitirebilecek güce sahip olabilir. Yokluğu varlığımızdan uzaklaştırırken, varlığı ise yok oluşumuzun bir başlangıcıdır. Fazlası ise bizi ona dönüştürür, yavaş yavaş sonumuzu hazırlardı. Duygusal, ruhsal bir acı yorardı. Ruhumuz yorulurdu, o öldürürdü bizi içten içe aslında. Ruhumuzun yorgunluğu ve onun bitişi.
Karşımdaki, benim yaşlarımda olan, çocuğa bakarken gördüğüm görüntü bana tamamen bu hissi hatırlatıyordu. Acı… Ve biraz da çaresiz bir yorgunluk. Derin nefesler alıyor bu nefesler sonucu omuzlarını dik tutmakta zorlanıyordu. Bu kadarcık sarsıntı bile onu yıkmaya yetecek güçte gibiydi. Yorgundu belli ki. Gözlerinden belliydi bunun fiziksel bir yorgunluk olmadığı. Çaresiz, umutsuz bir yorgunluk gibi duruyordu belki ama kendisine bir çıkış yolu aradığı da belliydi. Bitirdiği her bardakta daha da dibe batarken bir o kadar da çevreye olan bakışları artıyor, hızlanıyordu. Gözlerinden okunuyordu yardım çığlıkları. Kendisine bir el uzatılmasını bekliyordu belki de.
Bitmiş olan bardağını önüme doğru sürükledi, eli titriyordu bu sırada. Bana kadar bile ulaşamadı sürüklediği bardak. Düşüncelerimden birkaç saniye uzaklaşıp bardağa odakladım bakışlarımı. Çoktan beşinci bardağını bitirmişti ve yenisini istiyordu belli ki. Dik tutamadığı kafası ile etrafa bayık gözleri ile bakıyor, bakışlarında olan hafif merak, biraz da ürkeklik, gittikçe artıyordu. Kararsız kaldım birkaç saniyeliğine. Bir tane daha içmemeliydi artık, kaldırabilecek gibi durmuyordu. Gözlerinden okunan o yorgunluk başlarda olduğu gibi az değildi artık. Gittikçe daha da kendini belli ediyor ve göz uçlarında biriken yaşlar ile somutluyordu kendini. Daha fazla içip içmemesine karar verebilecek son kişi bile değildim belki ama içimde bir yerlerde kendini belli eden ses kulağıma fısıldıyordu.
Benden beklediği hareket gecikince pes edip kafasını tezgâha, kollarının üstüne yasladı. Gözleri kapanmamak için mücadele veriyordu adeta. Gözlerinin değilde kendi bildiğini okuyarak daha da fazla inatla çevresini izliyordu uzandığı yerden. Sarhoşken, kafası yerinde değilken bile kendisine meydan okuyor, inat ediyordu. Tatlı bir çabaydı. Oldukça başarılıydı da. Gözlerinden akan yorgunluğa rağmen açık tutmayı başarıyordu onları.
"Hey, bir yakınını aramamı ister misin? Daha fazla içebilecek gibi durmuyorsun."
Benim için kısa, belki onun için uzun, süren sessizlikten sonra dayanamamış ve konuşmuştum ona ithafen. Herkes pistte olup, bar sandalyelerinde oturmayı tercih etmedikleri için çevresinde bunu üstüne alınabilecek kimse yoktu. Zaten bunun kendine olduğunu anlaması da çok sürmedi. Çevresinde dolaşan meraklı gözlerini güç bela gözlerimde odaklı bırakabildi. Beni tamamen net gördüğünden bile emin değildim. Ne olduğunun farkında değil gibiydi, ne çevresinde ne de kendi içinde.
Yüzümde olan bakışlarında bu sefer biraz şaşkınlık biraz da çekingenlik hâkimdi. Ne dediğimi idrak etmesi birkaç, on veya on beş, saniyesini aldı. Dudakları aralandı, sonrasında diyeceği şeyden vazgeçer gibi oldu ve tekrar kapandı. Odaksız gözlerini tekrar etrafta dolaşırdı, yeniden. Cevap vermeyeceğini düşündüğüm bir süre kadar çevresinde dolaştırdı bakışlarını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
felt like throwing up • jakehoon
Fanfiction"Sanki dünya koskocaman bir labirent ve ben o labirentte kendi benliğimi kaybetmiş gibiyim. İlelebet bir kaybetmişlik. Kaybetmeye itilmişlik." [Jakehoon, Enhypen]