III

15 5 5
                                    


    "Siz istiyorsunuz ki, çöllerin ortasında susuz bıraktığınız insanlar size gül bahçesi sunsun."
-Küçük Prens

"Çok yoruldum, çok!" Yaklaşık altı saattir yürüyor olmalıydım. Bu ıssız ormanda mor kamelyaların peşinden saatlerdir yürümeme rağmen sonu gelmiyordu. Ve Tanrı aşkına, güneş batmak üzereydi.
    
Dövmenin dediğine göre, bu ormanda güneş battıktan sonra vahşi hayvanlar çıkıyordu.
    
Korkuyordum.
    
Usulca göğsümde beliren baskı, tekrar panik atak geçirebileceğim anlamına geliyordu. Adımlarımı yavaşlattım ve dinlenmek için oturabileceğim bir yer aradım. Hemen sağ tarafımda kalın bir kütük gördüğümde oflayarak ona doğru yürüdüm ve oturdum. Dirseklerimi dizlerime dayayıp başımı avuçlarımın arasına aldım ve gözlerimi kapatıp düşünmeye başladım.
    
Neredeydim ben?
    
Nereye gidecektim? Evime nasıl dönecektim?
    
Tüm bu sorular, bir virüs gibi zihnimi ele geçirdiğinde sıkıntıyla nefes verdim.
    
En azından beni merak edecek bir ailem yoktu. Benim için endişelenecek bir arkadaşım, bir dostum yoktu.
    
Yalnızdım ben. Kendimi bildim bileli kimsesizdim.
   
"Hay Dolunayın laneti! Alex, burada biri var."
    
Duyduğum erkeksi sesle birlikte hızla başımı kaldırdım ve tam karşımda, çalılıkların arkasından bana bakan bir çift şaşkın gözle karşılaştım. Açık renk saçlarına vuran hafif güneş saçlarını olduğundan daha parlak ve sarı gösteriyordu. Keskin çene hatları ve pürüzsüz teniyle oldukça dikkat çekiciydi. Bakışlarımı ondan ayırıp yanındaki soluk tenli adama çevirdiğimde onun gözleri beni dehşete düşürmüştü.
    
Ne?
    
Kırmızı göz mü? O adam kırmızı gözlüydü!
    
Çığlık atarak hızla ayağa kalktım ve süratle ters yöne doğru koşmaya başladım. Tam o sırada iki adamın da ayak seslerinin bana doğru hızla yaklaşmakta olduğunu duyuyordum. Etraftaki çalılıklar bacaklarıma geçiyor ve canımı yakıyordu, üstelik sürekli yerdeki taşlara takılıp tökezliyordum.
   
"Hey, çabuk buraya gel. Bizden kaçamazsın!" Onları duymazdan gelip hızımı daha da artırdığımda, nerede olduklarını görmek için başımı birkaç saniyeliğine arkama çevirdim.
   
Arkamda değillerdi.
   
Başımı  tekrar önüme çevirmemle birlikte sert bir yüzeye çarpmam aynı anda gerçekleşti.
   
İnleyerek başımı ovuşturduğumda bakışlarımı çarptığım yüzeye çevirdim.
    
"Kahretsin!"
    
Sarışın adam bana alayla bakıyordu. "Sana bizden kaçamayacağını söylemiştim."
    
Geri geri gitmeye başladığımda soluk tenli adamın sert sesini duydum. "Sakın kaçmaya çalışma çünkü seni her şekilde yakalarız, bunu anlamış olman gerekir. O yüzden bize iş çıkarma ve güzel güzel kim olduğunu açıkla."
    
Yutkunarak kırmızı gözlerine çevirdim bakışlarımı. "Ben Daisy,"dedim kekeleyerek.
    
"Demek istediğimin bu olmadığını biliyorsun Dais," dedi sinirle. "Bana hangi bölgeye ait olduğunu açıklamanı istiyorum. Yeniay değilsin, olsaydın bunu hissederdim."
    
Korkutucu yüzüne bakarken şaşkınlıkla kalakaldım. Yeniay derken ne kastediyordu?
    
Bana dövmeyle olan konuşmamı hatırlatmıştı. Yarımay'ın kızı demişti bana.
    
"Ben," dedim yutkunarak, sinirle tısladığını duyduğumda hızla konuştum. "Ben bilmiyorum. Anlamıyorum seni. Yemin ederim. Ayrıca adım da Dais değil, Daisy."
    
Sarışın adam alayla güldü. "Sen bizi aptal mı sanıyorsun?"
    
Kaşlarımı çatarak yüzüne bakmaya başladım. "Ne?" Kaşları havaya kalktığında sinirle sesimi yükselttim. "Hayır! Sizi aptal sandığım falan yok, bunu da nereden çıkardın?"
    
Sarışın adam kaşlarını çatıp konuşmak için ağzını araladığında, soluk tenli adam elini kaldırarak onu susturdu. "Sakin ol Martin. Eğer kim olduğunu bize o söylemiyorsa, biz öğreniriz. Öyle değil mi?"
    
Martin sinsice sırıtmaya başladığında soluk tenli adam bana yaklaşmaya başladı. "Ne? Ne yapacaksın?" dedim kekeleyerek.
    
Geriye doğru adım atmaya başladığımda hızla kolumu yakaladı ve beni durdurdu. Ben korkarak yüzüne bakarken, kazağımın sağ kolunu sıyırdı ve bileğimi çevirdi.
    
Gözleri şaşkınlıkla ışıldarken gözlerime tehditkâr bir ifadeyle bakmaya başladı. "Bak sen," dedi yüzüme doğru. "demek bu defa Yarımay'ın ajanı sen olacaktın."
    
Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. "Ne? Ajan mı?"
    
Burnundan tıslamaya benzer bir ses çıkardı. "Hâlâ bilmezlikten mi geliyorsun?" Sinirle güldü. "Bana bak kızım, eğer itiraf etmezsen seni tam burada öldürürüm. Duydun mu beni?"
    
Gözlerim kocaman açıldı. "Bak- bak ben bilmiyorum. Yemin ederim. Ben odamdaydım ve kitap okuyordum. Sonra bir anda içimdeki bir dürtüye kapılıp sokağa çıktım ve dar bir sokaktan geçerken panik atak geçirmeye başladım. O adam ve o kadın beni küpün içine ittiler tamam mı? Ben Amsterdam'a dönmek istiyorum. Lütfen evime gitmeme izin verin. Dediğiniz şeylerle hiçbir alakam yok, ben ajan falan değilim!"
    
İkisinin de şaşkınlıkla bakıştıklarını gördüm. "Amsterdam mı?"
    
Hızla başımı salladım. "Evet, evet! Ben Amsterdam'da yaşıyorum. Burası Hollanda'da mı?" Şaşkınlıklarının gittikçe arttığını fark ettiğimde kaşlarımı çattım. "Yoksa siz bilmiyor musunuz? Yani Hollanda'yı?"
    
Martin şaşkınca konuştu. "Hollanda neresi bilmiyorum. Hatta Moonlife'ta Hollanda diye bir bölge bulunmadığından eminim. Ama sana bil diye söylüyorum, sen Lucy şehrindesin."
    
Kolumu soluk tenli adamın ellerinden kurtardım ve başımı avuçlarımın arasına aldım. "Hayır. Burası neresi? Neredeyim ben? Nereye düştüm?"
  
"Anlamıyorum. Bileğinde Yarımay'a ait olduğunu gösteren bir dövme var. Bu bir komplo mu? Bizi kandıramaya mı çalışıyorsun sen?" Soluk tenli adamın hiddetli sesini duyduğumda gözlerim dolmaya başladı.
   
Martin sesini yükselterek konuştu. "Alex, Dolunay aşkına! Baksana kıza, ne olduğunu bilmiyor işte. Ona yardımcı olamaz mısın?"
    
Alex'in  sinirle nefes verdiğini duydum. "Stephan'ın yaptıklarını unuttun mu, Martin?"
    
Martin de onun gibi sinirle konuşmaya başladı. "Herkes Stephan'ın yaptığını yapacak diye bir kural yok, Alex."
    
Başımı kaldırdım. "Bana nerede olduğumu doğru düzgün açıklar mısınız?" dedim sabırla.
    
Alex gözlerini kısarak beni baştan aşağı süzmeye başladı. "Bence önce sen başlamalısın, Dais."
    
Kaşlarımı çattım. "Adım Dais değil, Daisy."
    
"Sana istediğim gibi seslenirim."
   
"Sen kim oluyorsun da bana istediğin gibi seslenebiliyorsun?"
    
Alayla güldü. "Sen ya gerçekten hiçbir şey bilmiyorsun ya da oynadığın oyunda çok yeteneklisin."
    
Onu taklit ederek alayla güldüm. "Seni gerçekten çok korkutuyor olmalıyım."
   
"Eğer gerçekten kim olduğumu bilseydin, benimle bu şekilde konuşmanın sana ne denli zarar verebileceğinin de bilincinde olurdun." dedi sertçe.
   
"Kimmişsin sen?" dedim hırsla. Kendini ne sanıyordu bu adam?
    
Kibirle göğsünü şişirdi.
   
"Ben Dolunay'ın hükümdarı Brendon Black'in vârisi, Alex Knox Black. Seninle tanıştığıma memnun olduğumu söyleyemeyeceğim, Dais."
    
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Dolunay'ın hükümdarı, ne anlama geliyordu?

"Ne demek istediğini anlamadım," dedim gözlerimi kırpıştırarak. "Dolunay'ın hükümdarı ne demek?"
    
Alex ve Martin'in yüzüne yansıyan şaşkınlığı gördüm. Martin hayretle
konuştu. "Gerçekten bilmiyor musun?"
    
O sırada Alex söze atladı. "Kimsin sen?"
    
Kırmızı gözlerini tekrar kısmıştı, saldırmayı bekleyen bir avcıyı andırdığını düşündüm. "Size anlattığımda bana inanacak mısınız?"
   
"Buna biz karar vereceğiz," dedi Martin. "Şimdi bize her şeyi en başından anlatmanı istiyorum. Eğer gerçekten bize karşı dürüst olursan, bileğindeki dövme her ne kadar Yarımay'a ait olduğunu gösterse bile, sana yardımcı olurum."
    
Kaşlarım istemsizce havaya kalktı. "Sonrasında siz de bana anlatacak mısınız?" dedim Martin'e bakarken.
    
"Neyi anlatacak mıyız?"
   
"Buranın neresi olduğunu."
    
Tek kaşı havaya kalktı. "Bize doğruları anlatırsan, neden olmasın?"
   
"Pekâlâ," dedim, bakışlarımı beni şüpheyle süzen Alex'e  çevirdiğimde.
    
Alex eliyle ilerideki yan yana dizilmiş kütükleri işaret etti. "İsterseniz oturalım."
    
Başımla onaylayıp kütüklere doğru yürüdüm ve en uzak taraftakine oturdum. Harry ve Martin de birbirine yakın olan kütüklere oturduklarında konuşmam için sessizce beni bekliyorlardı.
   
"Şimdi bize kim olduğundan başlayarak, burada ne işin olduğuna kadar her şeyi anlat."
    
Alex'e  sabırla başımı salladım ve anlatmaya başladım.
   
"Adım Daisy," diyerek başladığımda, Alex sertçe sözümü kesti.
   
"Hafıza sorunların mı var? Bunu bize söylemiştin."
    
Gözlerimi devirdim ve onun gibi sertçe konuşmaya başladım. "Eğer her sözüme bir yorum bırakacaksan, anlatmıyorum."
   
"Yorum yapıp yapmayacağıma ben karar veririm."
   
"Öyle mi? İyi o zaman, sen yorum yapmaya devam et. Ben gidiyorum," diyerek hırsla ayağa kalktığımda, benden daha hızlı bir şekilde oturduğu yerden kalktı ve sertçe kolumu tuttu.
   
"Ne yapıp ne yapmayacağıma sakın karışma. Şimdi bırak şu aptal tavırlarını ve ne olduğunu bize derhal anlatmaya başla."
    
Kolumu elinden kurtarmak için ne kadar uğraşsam da başaramadım, çok güçlüydü. "Sen de benim ne yapıp ne yapmayacağıma karışma. Şimdi beni hemen bırak."
  
"Eğer şimdi seni bırakırsam ve sen de buradan gidersen, güneşin batmasına çok az bir zaman kaldı ve sen ormanın ortasında tek başına kalır, vahşi varlıklara yem olursun." Bir anda kolumu bıraktı ve alayla sırıtmaya başladı. "Hatta tamam, hadi git. Git de aç kurtlara ve susamış vampirlere güzel bir ziyafet çektir."

YILDIZLARDAN DÜŞEMEMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin