4. Bir bardak çay meselesi

87 11 11
                                    

Çocuklarla okuldan sonra benim evde toplandık. Ev dediğim de 1+0 apart yani öyle üç oda bir salonlu, ebeveyn banyolu bir şey sanılmasın. Hakan çay koyarken, bende kanepe ve civarını insan için yaşanılır hale getirmeye çalışıyordum. Yani dünya üzerinde bütün kötü huyların toplandığı tek bir bünye olabilir mi? Lütfen olmasın çünkü. En son sehpanın tozunu da alıp, mutfaktan cipsler için birkaç kase getirdim. Allah'tan Emre Yeşim'i markette oyaladı da donlarımı kirli sepetine atabildim. Aslında haftada bir temizlikçi abla geliyordu. Babam sağ olsun derslerime yoğunlaşıp dönem aksatmadan okulu bitireyim diye kesenin ağzını açmıştı. Tabi bu pasaklılığa haftalık abla yetmiyor, günlük gelmesi hükmen vacip oluyordu.

Babam emekli öğretmen, annem ev hanımı. Üç kardeşin ortancasıyım ama öyle büyük ezilir, küçük şımartılır klişeleri bize pek sökmedi. Anne babam ezber bozan denecek cinsten insanlardı. Babam çocuklarına her zaman adaletle, annemse her koşulda merhametle yaklaşırdı. Koca adam olup liseye başladığımda aile ortamımın normal sayılmayacak kadar sakin ve huzurlu olduğunu fark ettim. Benim okulda tek problemim düzenli olarak unutup kaybettiğim ders araç gereçlerimken arkadaşlarımın çoğu evde çatışmalar yaşıyor, bir an önce büyüyüp aile evinden kurtulma hayalleri kuruyorlardı.

Ben hiçbir dönem hayatımdan şikayet etmedim. İlk defa ailemden ayrı geçirdiğim zamanlar lise üç yazıydı. Lisede de bir grup arkadaşımla böyle çok samimiydik. Binbir dil döküp evden izin koparıp bir hafta Ege'ye kaçmıştık. Güzel zamanlardı, insan iki sene öncesini hatırlayıp yaşlanmış hissedebiliyor. Şimdi kimimiz farklı şehirlere dağıldı, kimi sınava bile girmeyip babasının yanına çırak oldu... Zaman hepimizi bir yerlere savursa da aramızdaki görünmez bağ ilk günkü gibi sağlam kaldı.

Hakan'ın birbirinden farklı çay bardaklarını sehpaya sertçe koymasıyla düşüncelerimden sıyrıldım.

"Abi paran yok desem var, evinde küçük çocuk var desem yok, bu bardakların neden iki tanesi bile aynı değil? Aklım almıyor."

Pişkin bir yüz ifadesiyle "Çünkü ben farklılıkların bir bütünün parçası olduğuna inanırım Hakan'cığım. Bu bardakları sadece bardak olarak düşünme her biri birer var oluşu temsil e-" diyemeden lafımı kesti.

"Yav he he... Sakarsın demeyelim de farklılık diyelim, varoluşculuk diyelim anasını satayım." İkimizde gevşekçe güldük, haklı olduğunu biliyorduk. Akif laptoptan film seçerken Yeşim'ler gelmişti. Sıkış tepiş kanepeye ip gibi dizildik. Benim yetmiş ikinci kez izlediğim film* yetmiş üçüncü kez başlamıştı.

* * * * *

Ilık bahar esintisi saçlarımın arasından geçerken kolumun altındaki kot cekete bakıp yüzümü ekşittim. Bu hayatta en nefret ettiğim şeyler sıralaması 2, evden mevsime uygun hazırlanmış çıkmayıp bütün gün yanımda mont, ceket, şemsiye gezdirmek. Üzerimde sıra dışı bir enerjiyle uyandım ve havanın güzelliğine direnemeyip okula yürümeye karar verdim. Tek dersim öğlen birdeydi ve benim koskoca üç saatim vardı. İki dirhem bir çekirdek hazırlandım, süslendim kendimi sokağa attım. Kulaklığımda çalan şarkı** da neşeme neşe katıyordu resmen sevgi pıtırcığı gibiydim. Birazdan kuşlara, elektrik direklerine selam verme riskim vardı.

İnsan sevdiğim kadar yalnızlığı da seviyordum. Çok yorucu geçirdiğim birkaç günün ardından ilk fırsatta kendimi herkesten soyutluyordum. Telefonumu kapatıyor, sahilde yürüyordum... Bazen cips, kola, çikolata, dondurma stoklayıp sezonlarca diziyi damardan direkt alıyordum. Bazen, içinden çıkamadığım, kimsenin yardımcı olamayacağına inandığım bir şeyler olduğunda... Hava güzelse parkta çimlere uzanıp gökyüzünü izliyordum mesela, geceyse yıldız arıyordum...

Kendimle olmak için güzel bir gün diye düşündüm. Okula en yakın, genelde boş ders aralarında öğrencilerin uğrak yeri olan parkta biraz kafa dinleyebilirdim. Benim gibi öğrenciler de banklara, çimlere yayılmış oturuyordu. Birkaç kişilik bir arkadaş grubu kilim üzerinde, gitar eşliğinde içiyorlardı. Telefonumdan kulağıma dolan şarkıyı durdurup biraz uzağımda kalan melodiye kendimi bıraktım.

Başımı bankın arkalığına yaslayıp güneş gözlerimi kamaştırınca ona teslim oldum. Sanki gözünü kapatınca dünyayı daha iyi duyabiliyor insan. Müziği, gençlerin kahkahalarını, parkurda koşanların adım seslerini... Hepsi nasıl oluyor da bir ahenk içinde giriyor kulağımın içine?

"Müsaade var mı?"

Güneşimi kapatan gölgeyle duruşumu düzelttim. İki saniyede kafamın içinde kim olabileceği konusunda onlarca tahmin dönüp durdu. Gözümü açtığımda tüm tahminlerim boşa çıktı. "Yiğit?" Kendime inanmadığım, kendimi eleştirdiğim anlardan birindeyim. Adının Yiğit olduğunu gayet de biliyorsun Ozan, ne diye sorar gibi söyledin anlamıyorum. Hiç bu rollerin adamı da değilsin halbuki. Kısa süreli şoktan sonra "Estağfurullah gel tabii." Konuşurken bankta sağa doğru kayarak oturması için yer açtım. Pantolonunu dizlerinden tutup yukarı çekerek oturuşunu izlerken ne kadar da özenli diye düşündüm.

"Çay borcum vardı ama bu seferlik mazur gör." Yine birkaç saniye sessizlik. Abi neden aramızda sessizlik oluyor ki? "Görünce selam vereyim dedim, geçen gün en azından isimlerimizi bilelim demiştin ya ona ithafen." Adama nasıl sorar gibi baktıysam neredeyse savunma yazıyordu.

"İyi yaptın." Bu da yalan. Şöyle bir anı kim bozsa ağzına sıçardım ama Yiğit'e misafir çocuğu gibi nezaket gösteriyordum resmen. "Ben senin hobi olarak okuduğun kitapları ödev diye okuyup üzerine beş sayfalık yazı yazıyorum. Haliyle ortada pek de edebiyat kalmıyor, benim açımdan yani." Konu açmak deyince de sen be Ozan. Ne bu şimdi amına koyayım, ne saçmalıyorsun?

"Anlıyorum... Sonuçta senin için bir iş olacak edebiyat, benim için sanat." Ne? Bu adam bana laf mı soktu, ne?

"Ben seni anlayamadım ama, tam olarak ne demek istedin? Ben edebiyatı iş olarak görüyorum, sanat değil öyle mi?" Resmen sinirliydim, hakarete uğramış hissediyordum.

"Amacım seni suçlamak falan değildi sadece seni anladığımı belirtmek istedim." Yerimden kalktım, ne bu kadar zoruma gitti emin değildim.

"Belirtme kardeşim sen yazılım yap, gece yatmadan öncede birkaç satır roman falan oku ama lütfen beni anladığını belirtme." Sırt çantamı hışımla banktan söker gibi alırken kolumu tuttu.

"Gerçekten neye yükseldin anlamıyorum, kötü niyetli değildim."

Çantamı omzuma attım "Sorun ne biliyor musun? Sorun iyi niyetinin arkasına saklanman." Birkaç adım yürüyüp hırsımı alamamış gibi geri döndüm "Sorun iyi niyet maskesinin arkasına sakladığın kendini beğenmişlik." Durdum... Yürüdüm... Kahretsin ki tekrar döndüm. "Çay borcunu da sildim birader, alacak verecek kalmadı."

Resmen koşarak uzaklaşmak istiyordum. Hem pişman hem sinirliydim. Hem haklı hem abarttığımın bilincindeydim. Hem utançtan yerin dibine giresim, hem öfkeden kaldırım taşlarını sökesim geliyordu. Bu güne kadar böyle şeylere alınmayan, ciddiye bile almayan ben neyin kompleksiyle böyle trip atıp mekan terk ediyorum. Bu konuda kendimle ayrıca hesaplaşacaktım.

* Ben efsaneyim
**Şarkı: Let Me Down Slowly
A

lec Benjamin

Gençler dağılın!Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin