Occursus Diaboli

9 2 0
                                    

 Bütün bir benliğini kaplamışsa aydınlığın kederi, ne yapabilir ki meleğin biri?

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Bütün bir benliğini kaplamışsa aydınlığın kederi, ne yapabilir ki meleğin biri?

Düşmüştü prens. Ne kadar zamandır yeryüzündeydi, bilmiyordu. Ama birçok kez savaşmıştı güneşle. Bu savaş onu yormaya başladığında fark etti günleri. Etrafına baktı. İnsanlar vardı, hepsi de kendine bakıyor; bir sürü göz, geçtiği her sokakta onu dikizliyordu. Ona ne kadar güzel bakıyorlar öyle... Onun ne olduğunu bilseydilee, yine aynı gözle bakar mıydılar? Bakmayacaklarını biliyordu prens. İnsanları tanıyordu ne de olsa. Onların ne iğrenç yaratıklar olduğunun hep farkındaydı. Güzeli mi? Ona insan demeye dili varmıyor tabii. O diğerleri gibi olamaz, aklının ucundan dahi geçmedi. O başka bir şey, o özel, o farklı, o... sadece insan olmamalı. Eğer öyle olsaydı, prens bir insana aşık olmayı kendine yediremezdi.

Günler birbirini takip ederken yağmurlu bir günde prens farklı deneyimler yaşadı. İlk defa soğuğu hissetti. Yeraltı onun için yeterince sıcak olsa bile zaten bu tür şeyleri hissedebilecek bir tür değildi. Ama yeryüzüne çıktığı bu zamandan sonra onda bazı değişiklikler olmuştu. Artık etrafındaki insanlara daha dikkat etmeye başlamış, hava durumundan etkilenmiş ve biraz da... acıkmıştı?

Bunlar prens için olağandışı belirtilerdi elbette. İlk defa hissettiği şeylerdi. Güzelini bulma yolunda keşfettiği bu yenilikler onu mutlu ediyordu, farkında değildi ancak gün geçtikçe daha da insanlara benziyordu. Buna rağmen bunu insana benzemek olarak görmüyordu. Çünkü zaten güzeli insan olmayacak kadar mükemmeldi, onu arayan kendisi nasıl bu yolda insan olabilirdi?

Bir fırının önünden geçiyordu. Karnı gerçekten acıkmıştı. Açlığı ilk defa tadan biri için bu duygu enteresandı. Midesindeki hareketlenmelere anlam veremiyordu, etrafta gördüğü herhangi bir yiyecek onun için o kadar ilgi çekici geliyordu ki. Bir çocuğun elinde gördüğü pembe bulutlar ağzının suyunun akmasına neden olmuştu bile. Fırına baktı, içerisi kahveyle bezenmişti. Her şey o kadar güzel görünüyordu ki... Bunları nasıl elde edeceğini bilmiyordu prens. İnsanları izlemeyi tercih etti. Ne kadar nefret etse de onlardan, buradaki hiyerarşi onlardan sorulurdu, onları izlemek yeterince iyi bir fikirdi. Bir adam elindeki kutuyla kasaya yaklaştı. Sonrasında cebinden çıkarttığı küçük çantadan bazı dikdörtgen kağıtlar alarak kasadaki adama uzattı. Adam da ona kutuyu yanında uzun bir kağıtla beraber geri verdi. Demek böyle yapılıyordu. Ama prenste bu dikdörtgenlerden yoktu ki. Ne yapacaktı? Bir şeyler yemeyi o kadar çok istiyordu ki güzelinin kokusunun fırından gelen kokular arasında kaybolup gittiğini fark edemedi. Bu güzel kokular nasılsa birden aklına onu getirmişti. Sonrasında neden burada olduğunun farkına yeniden vardı. Ne yaptığını sorgularken kendinden iğrendi. Bir insan gibi hayatını devam ettirebilmek için bu aptal şeylere ihtiyaç duyduğunu düşünmüştü. O bir prensti, dahası bir şeytan. Nasıl olur da acıkabilirdi? Akıl alır iş değildi tabii. Acıkmamıştı ki? Her şey kontrolü altındaydı. Yeniden yürümeye devam etti.

Yeniden akşam olmuştu. Burnu koku reseptörlerini almak yerine kızarmakla meşguldü. Titriyor, yorgunluk ve uykusuzluktan gözleri kapanıyordu. Zor tutuyordu kendini ayakta. Bir adım daha diye geçiyordu içinden. Acınası halde olmasına rağmen bunu asla kabul etmiyor, kendine yediremiyordu. Artık ay gökyüzünü aydınlatan tek parça olduğunda vücudunu kontrol edemediğini fark etti. Tutamadığı bacakları onu yarı yolda bırakmıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu zaten, sadece bir yerde bir yolun ortasındaydı. Etrafta ise güneşin onun güzelliğini ortaya sermesinden mahrum kaldığı için ona hayranlıkla bakan bir insan bile yoktu. İnsanların hayranlığı prens karanlığa kapılana kadardı. Son enerjisini de güzelinin gittikçe yoğunlaşan kokusunun nereden geldiğini anlamaya çalışarak kullandı. Etraftan sesler geliyordu ancak o bu seslerin hangi yönden geldiğine bakamayacak kadar yorgundu. Gözlerini zor açık tutarken kendisine yaklaşan bir adamı fark etti. Bilinçsizce, yavaş yavaş kapanan gözlerini zorla açmaya çalışsa da bu karanlığın ortasında ona yaklaşan bu kişiyi pek görememişti. Oysa buram buram güzelinin kokusunu alıyordu. Gözlerini açmak için, tek bir kelime dahi olsa konuşmak için öyle büyük bir savaş verdi ki içinde. Ama nafileydi.

Kaç gündür uyanıktı, kaç gündür durmadan yürüyordu? Yorgun hissediyordu. Son anda görebildiği adamın sarı saçları aklında dönerken, ne dediği anlaşılmayan sesi kulağında yankılanmaya devam ediyordu. Uzun bir uykuya daldığını hissetti. Bu uyku yüzünden zaman kaybedecekti. Belki güzelini daha hızlı bulabilirdi, belki şimdi geri uyansa güzelini karşısında bulacaktı. Ancak o bu acizliğe çoktan kapılmıştı ve aklını dahi toparlayamıyordu. Kendinden hiç bu kadar nefret etmemişti. Güzeli buradaydı, tam karşısında bile olabilirdi, ilk karşılaşmalarında nasıl da böyle görünebilirdi ona karşı. Bütün yol boyunca sadece güzelini düşünmüştü ve şimdi...

Hepsi boşuna mıydı?

Prens büyük bir umutsuzluğa sürükleniyordu. Farkında dahi olmadan öyle insanlaşmıştı ki.~

~

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
The Demon Itself Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin