1.Bölüm Yutulmuş Harwey

42 2 1
                                    

Büyük gri canavar Şubat, Harwey Swick'i canlı canlı yutmuştu. Bu boğucu ayın midesine gömülmüş olan Harwey, soğuk kıvrımlar arasında Paskalya'ya çıkış yolunu bulup bulamayacağı konusunda endişeliydi.

Pek umutlu sayılmazdı. Saatler ağır ağır ilerlerken o denli sıkılmış olacaktı ki, büyük olasılıkla bir gün nefes almayı bile unutacaktı. Belki o zaman insanlar, böyle iyi bir çocuğun, yaşamının baharında neden yitip gittiğini merak etmeye başlarlardı. Büyük bir dedektif, Harwey'nin yaşamından bir günü deneyimlemeye karar verene dek de aydınlanamayacak bir sır olurdu bu.

İşte ancak o zaman, korkunç gerçek ortaya çıktı.Dedektif, önce kasvetli sokaklardan geçerek Harwey'nin her sabah okula gittiği yolu izleyecekti. Sonra, Harwey'nin sırasına oturup, tarih ve fen öğretmenlerinin acınası tekdüzelikteki derslerini dinleyecek ve kahraman çocuğun gözlerini nasıl açık tutabildiğine şaşacaktı. Sonunda, boş geçen günün ardından dedektif bu kez eve dönüş yolunu kat edecekti. Sabah yola çıktığı noktaya vardığında, insanlar tıpkı sabah yaptıkları gibi Harwey gibi tatlı bir çocuğun neden öldüğünü soracaklardı. Dedektif başını iki yana sallayıp, "Çok basit," diyecekti.

"Yaa?" diye soracaktı meraklı kalabalık. "Anlatın öyleyse."
Dedektif, gözyaşlarını silerken, "Harwey Swick'i, büyük gri canavar Şubat yutmuş." diye yanıtlayacaktı.

Gerçekten de bir canavar aydı bu: Boğucu ve sıkıcı bir ay. Noel'in acı tatlı anıları Harwey'nin belleğinde unutulmaya yüz tutmuştu; yazın güzellikleriyse henüz masal kadar uzaktı. Bir bahar molası vardı kuşkusuz; ama ne kadar ilerideydi? Beş hafta mı? Altı mı? Harwey'nin matematikle arası pek iyi olmadığından günleri hesaplamaya çalışmaktan ve başaramamaktan vazgeçti. Tek bildiği, güneş onu kurtarmaya gelene kadar canavarın midesinde çoktan eriyip gitmiş olacağıydı.

Odaya girip de, onu, penceredeki yağmur damlalarının art arda süzülüşünü izlerken bulunca, "Orada oturup zamanını boşa harcamamalısın," dedi annesi.
"Yapacak daha iyi bir işim yok ki," dedi başını bile çevirmeden.
"Pekala yararlı bir şeyler yapabilirsin."
"Yararlı mı?" Harwey irkildi. Bu, ağır işin bir başka ifadesiydi. Mazeretler sıralayarak yerinden fırladı. Daha bunu yapmamıştı, şunu yapmamıştı. Ama, çok geçti.
"Bu odayı toplamakla başlayabilirsin," dedi annesi.
"Ama..."
"Oturup günlerin geçmesini bekleme, tatlım. Yaşam çok kısadır."
"Ama..."
"Aferin sana."
Annesi odadan çıkınca, Harwey çevresine bakıp homurdandı. Dağınık bile değildi oda. Bir iki oyun çevreye yayılmış, birkaç çekmece açık kalmış, birkaç giysi sarkmış. Herşey çok iyi görünüyordu.
"On yaşındayım," dedi kendi kendine (Kardeşi olmadığı için sık sık kendi kendine konuşurdu). "Yani, çocuk sayılmam. Sırf o söylüyo diye odamı toplamak zorunda değilim. Çok sıkıcı bir iş."
Artık mırıldanmıyor, yüksek sesle konuşuyordu.
"Benim istediğim... Benim istediğim..." Aynanın karşısına geçip sordu. "Ne istoyorum ben?" Karşısındaki düz sarı saçlı, kalkık burunlu, ela gözlü oğlan başını salladı. "Ne istediğimi bilmiyorum," dedi. "Tek bildiğim, bir an önce eğlenceli bir şeyler yapmazsam öleceğim. Evet, kesinlikle öleceğim!"
Henüz sözünü bitirmemişti ki, pencerden bir gürültü geldi. Ani bir rüzgar dalgası cama şiddetle vurdu; sonra bir daha, bir daha vurdu ve Harwey'nin aralık kaldığını farketmediği pencere, birden açılıverdi. Soğuk yağmur damlaları Harwey'nin yüzüne çarptı. Gözlerini kısarak zorlukla ilerledi ve bu kez mandalın yerine oturduğundan emin olarak pencereyi kapamaya çalıştı.
Rüzgar lambayı sallamıştı. Harwey arkasına döndüğünde, tüm oda çevresinde sallanıyor gibiydi. Işık bir Harwey'nin gözlerini kamaştırıyor, bir karşı duvara vuruyordu. Ama, göz kamaştırmayla duvara vurma arasında, odanın tam ortasını aydınlatıyordu ve orada, şapkasındaki yağmur damlalarını silkeleyen bir yabancı duruyordu.
Zararsız birine benziyordu. Harwey'den olsa olsa on beş santim uzundu. Bedeni sıska, teni dikkat çekecek kadar sarıydı. Komik bir kılığı vardı. Gözlüklüydü ve sırıtıyordu.
"Kimsiniz siz?" diye sordu Harwey, bu davetsiz misafiri nasıl dışarı çıkaracağını düşünürken.
"Öfkelenme" dedi adam. Süet eldivenlerinden birini çıkardı ve Harwey'nin elini sıktı. "Adım Rictus. Sende Harwey Swick'sin değil mi?"
"Evet..."
"Bir an için yalnış eve geldiğimi sandım."
Harwey'nin gözleri, Rictus'un sırıtışına takılmıştı. Eksiksiz iki sıra parlak dişle dolu ağzı, bir köpekbalığının ki kadar kocamandı.
Rictus gözlüğünü çıkardı, yağmurdan sırılsıklam olmuş ceketinin cebinden bulduğu mendille gözlük camlarındaki yağmur damlalarını silmeye başladı. Ya adamdan ya da mendilden hiç hoş olmayan bir koku yayılıyordu. Doğrusu, iğrenç bir kokuydu bu.
"Kafandan sorular geçiyor, farkındayım," dedi Rictus.
"Evet."
"Sor bakalım. Saklalayacsk bir şeyim yok benim."
"Pekala. Herşeyden önce içeri nasıl girdin?"
"Tabi ki pencereden."
"Sokaktan çok yüksektir burası."
"Uçabilen biri için değil."
"Uçabilen mi?"
"Elbette. Yoksa böyle berbat bir gecede dışarıda nasıl dolaşabilirim? Ya uçacaksın, ya da bir sandalın olacak. Şiddetli yağmurlarda biz kısalar çok dikkatli olmak zorundayız. Yalnış bir adımda suyun içinde buluveririz kendimizi ." Rictus Harwey'yi şakacı gözlerle süzdü. "Sen yüzer misin?"
"Yazları arada sırada,"diye yanıtladı Harwey. Uçma konusuna geri dönmek istiyordu.
Ama Rictus konuşmayı tümüyle başka bir yöne çekti. "Böyle gecelerde bir daha hiç yaz olmayacakmış gibi gelmezmi?" dedi.
"Kesinlikle evet," dedi Harwey.
"İç çekişlerini kilometrelerce öteden duydum ve kendi kendime dedim ki, işte tatile gereksinimi olan bir çocuk." Rictus saatine göz attı.
"Zamanın varsa tabii."
"Zaman mı?"

"Bir gezinti için, çocuğum, bir gezinti için! Sana bir macera gerek, genç Swick. Bu dünyanın... Bu dünyanın dışında bir yerde."
"Kilometrelerce uzaktayken, iç çekişimi nasıl duydun?" diye merak etti Harwey.
"Neme gerek canım. Duydum işte. Önemli olanda bu."
"Bir tür büyü mü bu?"
"Belki."
"Neden anlatmıyorsun?"

Rictus gözlerini kısarak Harwey'ye baktı. "Bu kadar meraklı olman senin için pek iyi değilde ondan," dedi. Gülümsemesi azalır gibi oldu. "Eğer yardım istemiyorsan, bana göre hava hoş."
Sonra pencereye yöneldi. Rüzgar hala cama vuruyor, sanki yeniden odaya girip, yabancıyı götürmek için can atıyordu.
"Bekle!" dedi Harwey.
"Niçin?"
"Özür dilerim. Artık soru sormayacağım."

Rictus, eli pencere mandalındayken aniden durdu.
"Hiç mi?"
"Söz veriyorum," dedi Harwey. "Dedim ya, özür dilerim."
"Diledin, diledin."
Rictus dışarıdaki yağmura baktı.
"Gecelerin hep günlük güneşlik, gecelerin de harika olduğu bir yer biliyorum," dedi.

"Beni oraya götürebilir misin?"
"Soru yok demiştik evlat."
"Ah, evet! Özür dilerim."
"Özrünü kabul ediyorum. Konuştuğunu unutacağım ve bak ne diyeceğim: Eğer istersen, yeni bir konuk için yerleri olup olmadığını öğrenebilirim senin için."
"Çok sevinirim."
"Ama hiçbir şey için garanti vermiyorum." dedi Rictus, pencerenin mandalını çevirirken.

"Anladım."
Rüzgar birden şiddetlendi ve pencere kanadını ardına kadar açtı. Lamba delice sallanmaya başladı.
"Beni bekle!" diye bağırdı Rictus, yağmurun ve rüzgarın sesini bastırmaya çalışarak.
Harwey, ona yakında mı döneceğini soracaktı ki, kendini tam zamanında tuttu.

"Soru yok evlat!" dedi Rictus.
Rüzgar paltosunu şişirmişti. Siyah bir balon gibi yükseldi ve aniden pencereden süzülüp gidiverdi.

"Sorular kafa karıştırır. Dilini tut ve karşına çıkacakları bekle.

Rüzgar adamı götürürken paltosunun balonu, yağmurlu gökyüzünde siyah bir ay gibi yükseliyordu.

KORKU EVİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin