3. Bölüm: "İnsanın Yolculuğu"
"Nasıl ki yola doğar insan, bazı da yolda doğar."
İnsanoğlu daima yoldadır ve onun yürüdüğü yollar hep yol ayrımlarıyla doludur. Ne vakit yürüdüğü yolda tökezlese ondan bir tercih yapması beklenir; ya ayağa kalkıp yoluna kaldığı yerden devam edecektir ya da düştüğü yerde konaklamaya. Kalkıp devam etse de yolda... Olduğu yerde saysa da yolda... Yol onun için hiç bitmez tıpkı kaynağından akıp giden bir su gibidir, muhakkak döküleceği bir deniz vardır sonunda. Sonra, nasıl ki yola doğar insan; bazı da yolda doğar. Nasıl ki yolda büyür, bazı da yol büyütür onu. Ona bahşedilen bu yaşam nimeti içerisinde sayısız kere doğar ama bir kere ölür insan. Tüm yaşamı boyunca geri dönülmesi imkânsız tek hakikat onun ölümüdür.
Ruh, bedenden ayrılınca ne yol kalır geriye ne de menzil. Yolun zorluğu, yolculuğun zahmeti belirler menzilini. Yol kolaysa herkes o yolu yürümeye muktedirdir çünkü yürüyüşler hep bedenen yapılır, o ayaklar yalnızca düz yolları yürümek için donatılmıştır, yokuşları yürüyemez. Yol, onun için dümdüz uzanan bir patika gibidir. Oysa ruhuyla yürüyebilen insan öyle mi? Onun yalnız ayakları değil adeta tüm uzuvları yürümek için donatılmıştır; gerektiğinde yüreğiyle yürür, gerektiğinde aklıyla ve gerektiğindeyse görüp işittikleri yürütür onu. Tek başına ayaklarıyla yürüyen insan önündekinden başkasını görmeye ayarlı değildir. Bundandır ki hayatı o gördükleriyle tanır, gördüklerinden ibaret sanır.
Peki ya tüm bu karmaşanın ortasına düşmüş ben için hangi yol yürünebilirdi? Ya da insan için her yol yürünebilir miydi? Zîra bazı yollar var ki insanın ruhuna sahip olabilmek maksadıyla nefsinin üzerine oyunlar kurar. Sana hayatı bir gül bahçesi gibi gösterir; oysa gülün dikenlerini kendi bünyesine gizlemiştir. Bu, yolun marifetinden gelir; insanın ilk bakışta güzele meyleden bir tarafı olduğunu bilir, yolcusunu zahirî emelleriyle alt etmeye çalışır lakin insanın da ilk bakışı bir nevi zahirîdir, yani, görünürdekinin aksine bir şeyi göremez gözler bu yüzdendir ki bu ilk bakış onun gönlünden değil gözündendir. Gözleri onu aldatır ve sonunda kişi görünenin ardındaki hakikati ıskalar.
İşte diğer herkeste olduğu gibi benim de gül bahçesi karşısındaki vaziyetim bu şekildedir. Rengine aldanırım, kokusuna, duruşuna, rüzgârda savruluşuna; en nihayetinde maksadım şaşar ve büyüsüne kapılıveririm o sakil hülyanın. Gül bahçesinden maksadımı biraz daha aydınlatmam icab ederse eğer, gönül maceramı biraz daha deşmem lazımdır. Gerçi Sevim bir macera olmaktan çıktı benim için, o iyileşmesini arzuladığım bir gönül yarasıdır artık.
Sevim'i unutmadım, unutamam da fakat benim bu unutmayışlarım onun bende açtığı derin yaraların, bir gün ya da bir an olsun hatırama düştüğünde acılarımı uyandıracağı kaygısıyla itibarsızlaştırılamaz. Bu ızdırap hiçbir vakit bir başka acının gelip de gönlüme oturmasıyla yeri değiştirilebilecek kıyası taşıyamaz.
Sevim'e duyduğum aşk, sırtımı yasladığım bir dağ idi; dağ yıkıldı, ben de yıkıldım. Sonra anladım ki benim aşkım Sevim'e değil, onun aramıza koyduğu dağlaraymış, meğer bizim aramızda dağlar varmış, ben de onca vakit beni ayakta tutanın o dağlar olduğunu anlayamamışım; ben içinde Sevim'in de bulunduğu tutunduklarıma, onunla dayandıklarıma, Sevim'e değil; Sevim'de gördüğüm ayakta kalma duygusuna aşıkmışım.
Onunla yaşadıklarımı unutmak istemiyorsam bu bir daha aynı ızdırâbı duymamak içindir zîra ben bilirim ki insan hatıralarını her defasında ilk günkü tazeliğinde anımsayamadığından onlara müdahale eder, o eski hisleri taşıyamaz hale gelir, duygularını yeniden uyandırmasına karşılık anıları üzerinde küçük değişiklikler yapar, farkında olmadan da hatırlamaya çalıştıklarını gün geçtikçe unutur. Çünkü artık unuttukları, ilk hatırladıklarından ibaret değildir, işte bu yüzdendir ki bazı acılar tekrar yaşanabilsin hatta arzulanabilsin diye insana unutturulur.
Ben babamdan böyle gördüm, her yerde babamı gördüm sonra hiçbir yerde göremez oldum. Elimdeki tek servet buydu işte: babamın öğütleri, babamın gördükleri. Hayat yolculuğumdaki yegâne rehberim babamın taze acısı iken rotam hep annemin yüreğimde bıraktığı amansız acıyaydı. Babamın yokluğu benden yaslanabileceğim dağları alıp götürürken annemin yokluğu ise içimdeki yuvayı dağıttı, kuşlarımı uçurdu.
Ruhumdaki bu acılar, bilhassa anneciğimin acısı bana bir hakikati hiç unutturmamak üzere hatırlattı; o hakikat, insanoğluna bahşedilen bir başka nimetti, kim olduğunu ve bu dünyaya niçin gönderildiğini hatırlama nimeti. Bu nimet beni asıl yolculuğuma götüren yegâne şeylerden biriydi. Belki de yaşadığım kayıplar, içimi dağlayan acılar bana yolumu bulmam için gönderilen bir tür davetiye kisvesi taşıyordu. Hayır, belki değil bilhassa öyleydi! Önce kaybetmenin varlığıyla sınanacak sonra kayıplarımın arasında gece yarısı gökte parlayan yıldızlar gibi bana kazandırılmak istenen duyguların ve farkındalıkların ışıldamasını görecektim.
Bunun için evvelâ inanç zırhını giymem gerekiyordu.
Kendim için bir yol olduğuna inanmalıydım; kayıplarımın haddizatında bir yıkılışa değil yeniden ayağa kalkmak için bir doğuşa gebe olduğuna inanmalıydım.
Bölümün sonu.
Tarık'ın unuttuğu benim ise her daim hatırımda olan bir şey var, önce yoldaş sonra yol🌾
![](https://img.wattpad.com/cover/305621030-288-k882142.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ademoğlunun dokuzla imtihanı
Short StoryBu dokuzların kastı büyüktür canıma. 17 mayıs, 23.